Burada ne güzel yaptığımız koşuları, elde ettiğimiz vakitleri, önümüzdeki yarışları konuşuyorduk ama hem kendimde olduğunu biliyorum hem de çoğu insanda görüyorum ki büyük hedef olarak belirlediğimiz Avrasya'dan sonra bir motivasyon düşüşü yaşanıyor. Ya da bende kesinlikle yaşanıyor. Hiç koşmadım değil ama az, araları çok, düzensiz koşular yapıyorum.
Aslında bir kaç hafta önce Belgrad'a gittiğimde, iPod'un şarjının bitmesine ilk defa sevindim. Inanılmaz bir sonbahar gelmişti, sarı ve turuncu yapraklar, açık hava, inanılmaz bir sessizlikte koşup acaip keyif almıştım. Bu haftasonu da Semih ile beraber tekrar gittik. Şehirde hiç bir şey yokken Belgrad karlar altındaydı. Parkur da hiç temizlenmemişti. Yaklaşık 30-40 cm kar altında koştuk ve o kadar güzeldi ki bazen Semihle durup sessizliğin tadını çıkardık. Göl kısmen donmuş, her yer kar, kimse yok, biz şortlarla koşudayız. Hasta olmak üzereydim oraya gelene kadar ama o kadar ciğerleri açan temiz bir hava vardı ki ne koşarken tıkandım ne de sonrasında hasta oldum. Hatta tam tersine iyileştim.
Ama hala marş motoru hala tam çalışmıyor. Hala düzenli koşu kafayapıısına giremiyorum. Aranızda koşanlarınız da var biliyorum ama motivasyon eksikliği çekiyorum. O yüzden de koşarken başvurduğum metoda başvuruyorum; buraya yazıyorum. Sizde durum ne?
Wednesday, December 26, 2012
Thursday, November 22, 2012
Avrasya Değerlendirmeleri (koşu gazetesi)
11 Kasım 2012 pazar günü düzenlenen 34. Vodafone İstanbul Avrasya Maratonu’nda tam maraton, 15 km ve 8.4 km yarışları koşuldu. Koşu Gazetesi ekibinden Aykut, Ilgaz ve Mert maraton, Noyan da 15 km yarışındaydı. Bu seneki organizasyon hakkında ekipçe sohbet ettik. Sohbeti başlıklar şeklinde sizlerle paylaşmak istedik. İşte Koşu Gazetesi ekibinin bu yılki organizasyon ve yarışlar ile ilgili görüşleri…
- Organizasyon hakkında olumlu ve olumsuz izlenimleriniz neler? Daha önce koştuysanız ilerlemiş ve gerilemiş noktaları belirtir misiniz?
Aykut: Avrasya’da 2009, 2010 ve 2012 yıllarında maraton koştum. Daha sonra detaylarına gireceğiz belki ama organizasyonda önceki yıllara göre gözle görülür ilerlemeler var. Eğer yapıcı eleştiriler dikkate alınır ve bunları düzeltmek için çaba sardefilirse birkaç yıl içinde çok daha iyi olmaması için bir neden yok. Kısaca özetlemek gerekirse, göğüs numarası dağıtımı, fuarın mekanı, istasyonların sıklığı ve gönüllülerin çalışması, çanta bırakma otobüsleri gibi konular en azından benim için oldukça sorunsuz işledi. Başlangıç ve bitiş noktalarındaki düzensiz ve karmaşık ortam, fuarın içeriği, parkur üzerindeki destek, madalya ve tişört tasarımları gibi konuların henüz istenilen seviyede olmadığını düşünüyorum.
Ilgaz: Bu Avrasya’da 4. koşum oldu, içlerinden üçü maraton mesafesidir. İlk maraton tecrübem de zaten bunların ilkiydi, o zaman organizasyonu çok değerlendirecek halde değildim. 4 koşu arasında 5 yıl geçmiş, bu sene sanırım en başarılısı idi organizasyon olarak. İstatistikleri detaylı bilmesem de gördüm ve tahmin ettiğim kadarıyla katılımda fazla bir artış yok. Pazarlama duyuru anlamında da fazla bir değişiklik ve atılım göremiyorum. Su istasyonları biraz daha gelişmiş gibi geldi, Powerade verilmesi bile bir gelişme.
Daha önceki yıllarda koşu mesafelerine göre start alanı ayrımı yoktu, bu da gereksiz ve kontrolsüz bir kalabalığa yol açıyordu. Hem start öncesi izdiham yaşanıyordu, hem de niyetiniz ciddi olarak koşmak ise köprüde mangal yapanların arasından slalom yapmanız gerekiyordu, geçen sene ve bu sene bu daha iyi çözülmüştü.
Transfer otobüsleri de daha organize geldi bana bu sene. Bitişteki çanta teslim eden otobüsler ve görevliler de başarılı idi.
Bitiş çizgisindeki karambol de düzelmiş, geçen yıllarda yorgun argın bitişe girdiğinizde bir anda önünüze basın, görevli, meraklı vatandaş ve arkadaşlarını bekleyen daha önce bitirmiş işgüzar koşuculardan oluşan bir duvar çıkıyordu, zor adım atıyordunuz. Bu sene korumalı bir koridor oluşturulmuş, daha ferah bitirdik parkuru. Tam finişi geçer geçmez hayatın anlamını sorguladığınız sırada yanımızda bitip “Merhaba, 42km mi koştunuz, anketimize katılır mısınız?” diyen anketör arkadaşlar da kamera şakası tadındaydı.
Masaj çadırları da güzel düşünce ama ben bitirdiğimde “masaj bitti” gibi bir cümle ile karşılaştım. Çok önlerde olmasam da benden sonra bitiren daha çok koşucu vardı.
Mert: Ben daha önce sadece 2009 yılında Avrasya Maratonu’nda koştum. O da ilk maratonumdu. O zamanlar “acaba yarışı bitirebilecek miyim” endişesinden dolayı organizasyonun detaylarına odaklanamamıştım. Arada 3 yıl olunca organizasyonu çok değişmiş buldum. Hem değişmiş hem de gelişmiş. Fuar için seçilen yer ve fuardaki yerleşim 3 yıl öncesine göre kat kat iyiydi. Fuar ferah ve erişilebilir planlanmıştı. Numara alma işlemi de yoğun saatlerde bile tıkır tıkır işledi. Start alanı bence düzenliydi ama bitiş için daha çok çalışmak gerek. Maraton bitirmiş bir koşucu için daha detaylı planlama yapmak gerekiyor bitiş alanında. Yine de duyduğum kadarıyla geçmişe göre çok daha iyiymiş. Özellikle yarışı bitirir bitirmez gidip tam sonucu içeren sertifikayı alabilmek (ve bunu çok rahat, karmaşa, kavga gürültü olmadan yapabilmek) etkileyiciydi. İstasyonların sıklığı ve içeriği tam not alır. Sadece enerji içeceğini daha makul miktarlarda (ne az ne çok) vermek gerek.
Noyan: Bu benim ilk Avrasya Maraton’umdu. 15 kilometrelik parkuru koştum. İstanbul’da yapılan bu yarışa karşı keskin bir önyargım vardı. Daha önce burada yarış koşan arkadaşlarımdan aldığım negatif yorumlar da bu düşüncelerimi destekliyordu. Ancak yarışta beklediğim kadar olumsuz bir durumla karşılaşmadım. Öncelikle start alanı. Ulaşımı zor bir nokta. Her ne kadar belediye yarışmacıları belirli merkezlerden buraya taşımış olsa da ben kendi işimi kendi görmek isteyenlerdenim. Köprü trafiğinin uzun süre kapatılmak istenmemesini anlıyorum, buna rağmen yarışın köprü üstünden geçirilmek istenmesini de anlıyorum, yine de start noktası daha ulaşılabilir (özellikle toplu taşıma ve taksi ile) olmalı. Yarış sırasında gözüme negatif bir şey çarpmadı ancak bitiş noktası ne yazık ki çok çok kötü düzenlenmişti. Her maratonda aynı olan ve koşuyu bitiren yarışmacıyı bekleyen sırası belli bir gurup aktivite var. Bunlardan ilki yarışmacının madalyasını alması ve ikincisi ise varsa yiyecek bir şeylere ulaşması. Ancak zaten dar olan bitiş noktası minibüslerle ve masaj çadırlarıyla iyice daraltılmıştı. Madalya ve yiyecek Kızılay yardımı dağıtır gibi iki minibüs arasında ve izdiham şeklinde yapılıyordu. Maratonu bitiren hiç kimse bitiş çizgisinden geçtikten sonra ilk olarak masaj yaptırmak istemez, bu aktivitelerin adam gibi sıraya sokulması ve finiş alanının buna göre düzenlenmesi güzel olurdu. Madalya dağıtımı bence tam anlamıyla rezillikti, öyle ki yarışmacılar arasında tartışma çıktığını bile gördük.
- Maraton fuarı hakkındaki olumlu ve olumsuz izlenimleriniz nelerdir?
Aykut: Genel olarak bakıldığında maraton fuarının içeriğinin henüz yurtdışındaki büyük maraton fuarları ile kıyaslamak mümkün değil. Ancak daha birkaç yıl önce maraton fuarı Feshane’de yapılıyordu ve o fuarı bilenler sanıyorum aradaki farkın büyüklüğünü göreceklerdir. Bu açıdan iyiye doğru bir gelişim olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de koşuya olan ilginin artması ile fuar içeriğinin genişlemesi birbirine paralel konular. Maalesef biri olmadan diğerinde büyük bir patlama beklemek mümkün değil.
Öte yandan İstanbul’un ulaşımı en kolay noktalarından birinde olması itibariyle mekân olarak gayet uygun. Önceki fuar yeri olan Feshane ile kıyaslanamaz bile. Bence maraton konusunda değişmemesi gereken birkaç şey varsa, onlardan biri fuarın yeri olmalı. Cumartesi günü oldukça yoğun bir saatte numaramı almaya gitmiş biri olarak hiçbir sorun yaşamadan birkaç dakika içinde tüm işlemlerimi hallettiğimi söyleyebilirim. Operasyon ve işleyiş bakımından önemli bir problem görmedim.
Ilgaz: Feshane gibi soğuk, uzak ve alakasız bir yerden merkeze taşınmış olması çok iyi olmuş. Yeni kongre merkezi ferah bir yapı ancak girişte yönlendirme adına sadece tek bir tabela vardı, şehre yabancı olanlar için biraz daha fazla yönlendirme lazım. Koşu malzemesi satan marka sayısı ülkemizde zaten az, olanların da büyük bir kısmı katılmamıştı. Katılımı cazip kılacak şartlar sağlansa koşu anlamında daha zengin bir fuar olabilirmiş.
Makarna ikramı güzel ve yeterli idi. Koşu ile doğrudan alakası olmayan, düşünürseniz sağlıklı yaşam başlığı altında toplanabilecek firma ve ürün standları dikkatimi çekti, bu da biraz ilginin dağılmasına yol açıyor. Koşu fuarında yöresel lezzetler görmek biraz alaturka geldi bana. Tabi yabancı koşucular için cazip de olmuş olabilir.
Mert: Fuarın yeri, yerleşimi içindeki işleyiş oldukça iyi. 2011 yılında Amsterdam Maratonu fuarını gördüm. Bundan daha iyiydi diyemem. Fuarı bundan sonra daha da iyiye götürecek olan şey fuarda yer alan/alacak firmalar/kuruluşlar olacaktır.
Noyan: Programımdan dolayı maraton fuarında çok fazla zaman geçiremedim ama bir maraton fuarının olması bile güzel bir şey. Antalya’da böyle bir fuar ne yazık ki yapılamadı. Kaldı ki mevsim itibari ile fuar için herhangi kapalı mekana bile gerek yok. Düzenli görünen bir fuar alanı vardı. Ancak kayıt masası yarışçıyı karşılayan standlar arasında gözükmüyordu, etrafta herhangi bir yönlendirme de yoktu.
- Halkın ilgisi önceki yıllara oranla (katıldıysanız) nasıldı sizce? Arttırmak için tavsiyeleriniz var mı?
Aykut: Türkiye’deki maratonlarda gözlemlediğim durum şu: Eğer yabancı katılımcı sayısı çok ise destek fazla oluyor çünkü yabancı koşucuların yakınları bu kültürü aldıkları için sadece kendi koşucularını değil koşan herkesi destekliyorlar. Runtalya’da 2010 ve 2011 yıllarında yabancı sayısı çoktu ve destek büyüktü. 2012’de yabancı sayısı azalınca destek de yok denecek kadar azaldı. Avrasya 2012’de özellikle maratonda önceki yıllara göre yüksek bir yabancı koşucu katılımı olunca önceki yıllara göre destek daha fazla oldu. Sultanahmet’teki bitiş noktasında ise yine ülkemiz standartları için oldukça iyi bir kalabalık vardı. Halkın ve koşucu yakınlarının yanısıra 15K yarışını koştuktan sonra maraton koşanları desteklemek için bekleyen koşucu arkadaşlarımıza da teşekkür etmemiz gerek.
Neler yapılabilir konusuna gelince… Halkın ilgisinin bir günde artmasını bekleyemeyiz. İş dönüp dolaşıp yine spor yapan, koşan, bu kültürü benimsemiş insan sayısının artmasına geliyor. Bu süreç de bununla doğru orantılı gelişiyor. Ancak başta medya kanalı olmak üzere ne kadar çok bilgilendirilme ve tanıtım yapılırsa ilgi o oranda artacaktır. Bunun örneğini Nisan ayında İznik Ultra’da halkın desteği ile yaşadık. İstanbul belediyesinin bu konuda elinde çok büyük imkânlar var. Eğer işin üstüne ciddiyetle düşülürse Türkiye’de olmaz diye düşündüğünüz şeyler gerçekleşebiliyor.
Ilgaz: Ben bir gelişme göremedim. Çok gelişeceğini de sanmıyorum. Ülkede sporun tüketimi de pazarlaması da belli, sıra koşuya gelene kadar daha çok fırın ekmek var. Kısa şortlu güzel kız koşucu sayısı artarsa bizim halkın ilgisi de artar, yol boyu bıyık altından gülen bütün vatandaşlar nerde kız bir koşucu gördülerse yollara atlayıp çılgıncasına alkışladılar. Bodrum turist sendromu.
Mert: Ben ilk Avrasya maceramdan kalan anılar ve daha sonrasında arkadaşlarımdan duyduklarımdan dolayı bu yıl tüm maratonu kulağımda yüksek sesli müzikle koştum. Zaten koşan insana laf atmak yüksek kültürüne sahip halkımız bir de saçı sakalı uzun birini görünce iyice coşabilir diye kendimi dışarıya kapattım. Sadece farklı bir koşu stili var diye ağır hakarete uğrayan arkadaşımı duyunca iyi ki böyle yapmışım diyorum. Ama gördüğüm kadarıyla izleyici kalabalığı en azından bazı bölümlerde artmıştı. En çok alkışı ellerinde Türk bayrağı ile koşan bir ikilinin aldığını görünce seneye bu taktiği uygulamayı düşündüm!
Aslında bu yıl sponsordan dolayı halk televizyon da kullanılarak biraz daha çok bilgilendirildi. Ama sanırım yeterli olmadı. Öncelikle spor=futbol formülünü kırmakla başlamalı sonra adım adım maratona ilerlemeliyiz.
Noyan: Kalabalık bir gurup içinde koştum. Etrafımız yarışmacı anlamında hemen hemen hiç boş kalmadı. Bunun bende yarattığı ilk izlenim yarışa yoğun bir seyirci ilgisi olduğu yönündeydi. Ancak yarış ilerledikçe fark ettim ki İstanbul’un en kalabalık noktalarından geçerken bile ortada fazla destek yoktu. Sağda solda birkaç meraklı ve genelde turistlerin desteği vardı. İstanbul pazar günü bile işinde gücünde. Sanırım trafik eziyeti yüzünden bize kızanların sayısı çok çok fazlaydı.
- Önümüzdeki yıllar için ben olsam şunları eklerdim diyebileceğiniz detaylar var mı?
Aykut:
- 8 km, 15 km ve maraton yarışlarının aynı anda başlaması köprü üzerinde kalabalık bir görüntü sağlayıp iyi resim vermesi dolayısı ile tercih ediliyor. Fakat dünya standartlarında bir maraton hedefleniyorsa artan koşucu sayısı ile buna artık bir düzenleme yapılması gerek. 8 km ve 15 km belki benzer olarak nitelendirilebilecek mesafeler fakat maraton mesafesi bunlardan çok ayrı bir strateji gerektiriyor. Ben olaya maraton koşan biri olarak baksam da, 8 km ve 15 km koşanların arasında da koşuya yeni başlayanlar olduğu kadar elit atlet statüsüne yakın çok sayıda koşucu var. Onların da yavaş ve kontrollü başlamak durumunda olan maratoncuların arasından slalom yaparak koşmak istediklerini zannetmiyorum. Başlangıç saatlerinde ufak farklılıklar yaparak bunu uygulamak gayet kolay. Bu arada şunu da söyleyeyim ki, 8 km koşusunun eklenmesi bence son derece olumlu. Bu sayede koşuya yeni başlayanlar da bu heyecana ortak olma şansına sahip oluyorlar.
- Maratonda başlangıç noktasına gelenler artık 2500’e yaklaşıyor. Önümüzdeki sene sponsorların da katkısı ile bu sayı biraz daha artabilir. Tempo grupları oluşturulması için bence bu yeterli bir sayı. Şu anki formatta iki seçeneğiniz var: 1- Başlangıç karmaşasından daha az etkilenmek için 45 dakika önceden ön taraflarda yer alıp, ısınamadan olduğunuz yerde kaskatı şekilde bekleyeceksiniz. 2- Isınmanızı yapacak ama arkalardan başlayacaksınız fakat bu sefer de kendi hızınıza uygun olmayan birbirinden çok farklı mesafelerdeki koşucularla birlikte temponuzu bozan bir start alacaksınız.
- Bana göre artık madalyalara yeni bir tasarım yapılma vakti geldi. 2009’tan itibaren tüm madalyalar aynı. Sadece üzerindeki yıl değişiyor. Belki madalya ve t-shirt tasarımı konusunda bir yarışma açılıp elemeden geçen adaylar koşucuların oylarına sunulabilir. Kadınlar için de değişik bir kesim uygulanmasında yarar var. Her şeyin maliyetle ve katılım ücreti ile orantılı olduğu bir gerçek ancak bence bir yarışın tanıtımının yapılması isteniyorsa en son kısılacak yerlerden biri verilen t-shirt olmalı. Güzel olursa yerli yabancı herkes yıl boyu giyip yarışın reklamını yapar, aksi takdirde bir köşeye atılır.
- İlk kez bir maratonda bitirdiğimde madalya boynuma takılmadı ve madalyanın verilen torbanın içinde olduğunu öğrendim. Madalyanın yarışı tamamlayan koşucunun boynuna takılması âdettendir. Ne sebeple olursa olsun bence bu değişmemeli.
- Sultanahmet’teki bitiş noktası ambulanslar, masaj çadırları, görevliler derken çok sıkışık ve karmaşık. Mekân değişmeyecekse daha iyi düzenleme ve görevlililerin yönlendirmesine ihtiyacımız var. Bu konuda biz koşucuların da hataları var. Yarışı bitirdikten sonra o bölgede bekleyip kalabalık yapıyoruz.
- Maraton sonuçları erkekler, kadınlar, türk sporcular ve yaş grupları olarak ayrı ayrı tasnif ediliyor. Son derece güzel. Ancak her büyük yarışta olduğu gibi burada da maratona katılan tüm sporcuların cinsiyet, milliyet ve yaş ayrımı olmadan görülebileceği tek bir listenin de olması gerekir diye düşünüyorum.
- Anadolu tarafında ikâmet eden biri olarak Taksim ve Sultanahmet’den başlangıç noktasına koşucuları taşıyan otobüsleri kullanmadığım için haklarında yorum yapamıyorum. Fakat Anadolu tarafı için de hiç olmazsa Kadıköy’den kalkıp köprünün Beylerbeyi ayağına sporcuları taşıyan otobüsler koyulması düşünülebilir.
- Parkur üzerinde müzik ve animasyonlarla motive eden ve destek veren ekipler oluşturulması teşvik edilebilir. Yurtdışındaki örneklerden belki henüz uzağız ama birkaç yıl önce Runtaya’da bunun güzel örnekleri verilmişti. Belli yerler belirlenerek büyük şirketlerin bunlara sponsor olması ve kendi ekiplerini getirmesi üzerine yoğunlaşılabilir. İlk 20km şehir içinde geçildiği için sorun daha az ama 30.km’den sonra ve özellikle 35-40km’ler arasında bu tür destekler çok önemli. Her maratonda 35.km’den sonrası zordur ama Avrasya’da parkur yapısı itibariyle bu bölüm koşucunun kendini en yanlız ve sahipsiz hissettiği bölüm.
- Hem Avrasya hem Runtalya için her sene söylediğimiz gibi enerji içecekleri büyük şişelerde olduğu için maalesef israf oluyor. Üstelik arkadan gelenlere kalmayabiliyor. Ayrıca istasyonlarda verilen elma koşarken yenilmesi çok zor bir meyve. Yanlış hatırlamıyorsam 2010’da muz da verilmişti. Ancak muzlar da israf olmaması için bütün olarak değil, ikiye bölünmüş halde verilmeli. Muzun maliyeti yüksek olacaksa en azından mandalina bile elmadan daha rahat yenen bir meyve olacaktır diye düşünüyorum.
- Her 5km’deki ve yarı maraton noktasındaki çip kontrol noktaları son derece başarılıydı. Ancak koşarken 14.km’deki Feshane U dönüşünde ve 28.km’deki Bakırköy U dönüşünde kontrol noktası olmaması beni çok şaşırttı. Bu noktaların suistimale açık olduğunu düşünmüştüm. Yazıyı yazmadan önce eksik bildiğimiz konular olabilir düşüncesi ile Depar Timing’den Sayın Turan Faruk Yaraş’a bu konuyu sordum. Kendisi de nezaket gösterip bilgilendirmede bulundu. Kötü niyetli kişilere yardımcı olmamak adına açıklamanın detaylarına girmiyorum fakat başka kontrol mekanizmaları da olduğu konusunda bilgi verdi. Sonuçta bu konunun uzmanı kendileri. Önümüzdeki yıllar için bir değişiklik gerekip gerekmediğini değerlendireceklerdir. Ben kendisine ilgisi ve hassasiyeti için teşekkür ediyorum.
- Artık çoğu maratonda pacer denen tempo veren atletler görev yapıyor. Organizasyonu zor olmayan ve katma değeri büyük bir detay bu. Kısaca açıklarsak; belli sürelerde bitirmeyi hedefleyenler için o sürede koşan görevliler oluyor, bu görevlilerin taşıdıkları bayraklarda veya balonlarda hedef süreleri yazıyor, o görevli ile birlikte koşarsan yarışı o sürede bitiriyorsun. Gönüllülük kapısı açılsa birçok başvuru olacağından eminim ama yıllardır yapılmıyor nedense.
- Fotoğraf konusu da büyük eksiklik. Aslında bu organizasyona ek bir kazanç kapısı. Bu iş aynen düğünlerde, nişanlarda olduğu gibi profesyonel bir firmaya ihale ediliyor, yarış sonrası isteyen koşucular göğüs numaralarını girerek internetten kendi fotoğraflarını satın alıyorlar. Hem anı, hem de ciddi bir kazanç.
- Hatıra niteliğinde şapka, T-shirt, ceket, çorap bile satılıyor yurt dışı örneklerinde, bizde hala yok.
- Seyirci yol boyu az olsa da bitiş her sene en renkli alan oluyor. Seyyar tribünler kurulsa belki daha çok kişi daha rahat seyredebilecek bitişi.
- Antalya’da Öger zekice bir iş yapmıştı, yol boyu yer alan otel ve restaurantlara su masası kurdurmuştu, her işletme kendi önünde masa kurup kendi reklamını yaparak su vermişti, bu devreye alınabilir.
- Canlı müzik, hatta banttan yayın müzik bile koşu esnasında çok motive edici oluyor. Yurt dışındaki maratonlarda canlı müzik yapmak isteyen gruplara imkan tanınıyor, ses tesisatı kurulup tente gibi çadırlar bile sağlanıyor. Tempolu olduktan sonra her türlü müzik kabulümüzdür koşarken.
- Yollar araç ve yaya trafiğine karşı da iyi korunmuştu bu sene, daha önce bazı noktalarda karşıdan karşıya geçen alakasız yayalarla çarpışma riski olabiliyordu.
- Start noktas için daha kayıt sırasında tempo grupları ayarlamak çok zorsa bile en azından tempo tabelaları ile koşucular uyarılabilir. Böylece hedef temposudaki tabeladan start almayı düşünebilir.
- Bitişte sadece koşucuların yürümesi için ayrılmış bir koridor olmalı ve her iki tarafında sırasıyla enerji içeceği, su, meyve veya tuzlu yiyecek bir şeyler yer almalı. Böylece düşünecek halde bile olmayan koşucu hiç çaba sarfetmeden yavaş yavaş bitişten uzaklaştırılırken bir yandan da ihtiyaçlarını karşılar.
- Böyle bir maratonun madalyalar daha güzel olmalı ve koşucunun boynuna takılmalı.
- Yol boyunca koşuculara karşı yapılabilecek saldırılara karşı üst geçitler veya daralan virajlar gibi yerlere güvenlik görevlileri yerleştirilebilir. Bu yılki yarışta önümdeki bir gruba üst geçitten kovayla su döktüler. Madem halkı bunu yapmanın saçmalığı konusunda bilgilendiremiyoruz o zaman yapmalarını engelleyelim.
- Koşu yarışları ve sosyal sorumluluk son yıllarda ilginin hızla yükseldiği bir konu. Sizin bu konudaki görüşleriniz nasıl?
Aykut: Londra maratonunda başlangıç yılı olan 1981’den bu yana 500 milyon sterlinden fazla bağış toplanmış. Bu kavram ülkemizde yeni olsa da Adım Adım’ın önderliğinde son yıllarda çok büyük ilerleme sağlandı. Konunun toplumda duyarlılık yaratmasının yanısıra artık birçok büyük şirket koşu yarışları için sosyal sorumluluk projeleri için kendi takımlarını kurmaya başladı. Tüm bunlar çok önemli gelişmeler. Ayrıca bu yıl ilk defa kayıt tarihleri kapandıktan sonra belirlenen Sivil Toplum Kuruluşları adına küçük bir miktarda bağış yapılması karşılığında yarışa katılmak isteyenlere geç kayıt imkânı tanındı ki bu kararı son derece başarılı buldum. Umarım önümüzdeki senelerde de devam eder.
Ilgaz: Kendime çok yakın bulmasam da bu gibi girişimleri iki yönden olumlu karşılıyorum; birincisi bir şekilde kamuoyunun dikkatinin çekilmesi ve maddi manevi destek toplanması, ikincisi de koşu sporunun bu sayede gündeme gelmesi, doğrudan koşu ile ilgili olmayan kişilere bile ulaşıyor olması. Bu konuda ilginin gittikçe artması da bu anlamda güzel, yurt dışında benzer sistemler epey gelişmiş ve oturmuş durumda.
Mert: Koşu yarışlarına ilginin bu kadar az olduğu ve hatta koşana deli gözüyle bakılan bir ülkede bu kadar başarı bile bence şaşırtıcı.
Noyan: Bu yarışta ben de çalışanı olduğum topluluğumuzun sosyal sorumluluk projesini tanıtmak için koştum. Evet bu yükselen bir trend. Sosyal sorumluluk anlayışının sporcularda çok daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Özellikle koşucular, yaptıkları sporun yalınlığı ölçüsünde olumlu ve hassas insanlar. Koşu her ne kadar bireysel bir spor olsa da bizim seviyemizde koşanlar için bir sosyalleşme aracı. Bir çok insan yapılan destek girişimlerini koşuyla bağdaştıramıyor, koşarak insanlara nasıl yardım edebileceğini anlayamıyor. Ancak, koşu, bu iş için herhangi başka bir sosyal aktiviteden çok daha etkili bir araç.
- Gelecek yıl bu parkurda maraton koşmayı planlayan insanlara tavsiyeleriniz nelerdir?
Aykut: Bu yılki yarıştan sonra tavsiyem sahile rüzgâr panelleri kurulması için imza kampanyası başlatılması yönünde! Şaka bir yana, maraton öncesinde yazdığım bu yazıdaki görüşleri tekrar etmek istemiyorum. Kısaca ekleyeceğim şey şu: Avrasya maratonunun ilk yarısı şehirde keyifli bir gezinti. Bu anların zevkini çıkarmaya bakın. Çünkü Yenikapı’dan sahile dönünce iş ciddiye binecek. Bakırköy’deki U dönüşünden sonra gerçek maraton başlayacak. Bol şans!
Ilgaz: Fırsat bulurlarsa gerçek parkurda antrenman yapsınlar. Özellikle maraton antrenman programlarında hep yer alan uzun koşularını yarışın sonunda o mesafelere denk gelecek yerlerde koşsunlar. Bakırköy dönüşü sonrası yarışın en zor kısmı; buralar hem seyirci koşucu olarak en yalnızlık çekilen yerler, hem geride bırakılmış kilometreler ile ağırlığın çökmeye başladığı yerler, hem de mevsim itibariyle denizden gelen sert rüzgarlara maruz kalınıyor. Buraları görmek bilmek avantaj sağlayacaktır. Çevreyi tanımak, parkur üzerinde küçük hedefler koyabilecek noktaları saptamak önemli.
Kendilerini izlemeye gelebilecek eş dost varsa trafik durumunu da göz önünde bulundurarak yakınlarını uygun yerlere davet etsinler, Avrasya’da halkın desteği az, tanıdık bir ses duyup yüz görmek iyi gelecektir.
Mert: Yokuş çok fazla olmasa da yarış planını etkileyecek miktarda ve yerleşimde. Başlarda yavaşlatan sonra birden hızlandıran eğimli yerlere dikkat etmek plandan çok şaşmamaya çalışmak gerek. Ayrıca yarışın sonunda bacakların bacak olmaktan çıktığı noktalarda bazı çıkışlar mevcut. Bunlara zihnen hazırlıklı olmak ve morali bozmamak gerek. Son 10km destek beklemeyin, uzun mesafe koşucusunun yalnızlığını yaşayacaksınız. Özetle, Avrasya için diğer maratonlardan biraz daha fazla zihinsel çalışma şart.
Noyan: Start alanına nasıl geleceğinizi iyi planlayın. Diğer taraftan şehir dışında kalıyorsanız kalacağınızı yeri de iyi planlamanızda fayda var. Bir araya gelen bu iki denklemi İstanbul’u iyi tanıyan birinden yardım alarak çözmeye çalışın. Hava durumunu kontrol edin. Startın soğuk olacağı kesin, yağmur ise yüksek bir ihtimal. İyi antrenman yapın.
(kaynak: koşu gazetesi )
Monday, November 12, 2012
34. Avrasya Maratonu' nun ardından... (15K)
Hava şartlarından emin olamadığım için üstüme ne giyeceğime karar vermem tahmin ettiğimden fazla sürdü ve tabii ki(!) evden geç çıktım. Taksi şoforü amcanında fazla sakin sürmesi sayesinde alana vardığımda yarışın başlamasına sadece 8 dakika vardı ve Kadir Topbaş 3-2-1’i sayarken (gülmek yok) ben yine tuvaletteydim... Olaysız bir Start yaşayamamamdan ötürü korkarım bir
Barbaros Bulvarı’nın başından Galata Köprüsü’nün sonuna kadar olan bölüm ve finishten hemen önceki Gülhane Parkı’nın içinden geçtiğim kısım manzara olarak en çok keyif aldığım noktalardı.
Katılımcıların değil fakat organizasyonun ruhu yoktu bence.
Yani birşey eksik gibiydi his olarak. Bana öyle geldi en azından...
Sinan ve Tuğçe’nin yazdıklarınıda okuyunca hem parkur olarak hemde bir hatun kişisi olarak iyi ki ilk maratonumu Avrasya’da koşmamışım dedim kendime.
‘Banu klasiği’ olmaya başladı bu durum : ) Neyse ki silah patladıktan sonra sadece 3 dk geç başlamışım bu defa.
Boğaz köprüsünde koşmanın daha keyifli olacağını düşünüyordum.
Önümde yürüyen koşucular, Avrupa yakası tarafından sallana sallana cep telefonuyla konuşarak gelen sivil vatandaşlar, koşan kitlenin arasına kasabaya atını şaha kaldırarak giren kovboy gibi dalan motorsikletli adam ve arkasında halkını selamlayan kraliçe edasıyla etrafa el sallayan kadın yada yine köprünün üstünde ters yönden ilerlemeye çalışan ambulans gibi görüntülerle yarışın ilk kilometrelerinde karşılaşınca; hem can güvenliğim açısından, hemde ' Yetkililerin en yoğun olduğu Start böyleyse ileride bizi neler bekliyor acaba ? ' düşüncesiyle baya bir dumuralize oldum açıkçası.
Start alanına son dakikalarda geldiğim için ben mi göremedim o hengamede bilmiyorum fakat özellikle ilk kilometrelerde ( koşucularla keyifçiler henüz ayrışmamışken ) kitlede bir pace sıralaması algılayamadım ve insanların koşan, yürüyen, depar atan halleri arasında onlara çarpmamak ve onlar tarafından çarpılmamak için o kadar dikkat ettim ki manzaranın doğru düzgün tadını çıkaramadım.
Yakın zamanda maraton koştuğum için hala yorgun olmamında etkisi vardır muhakkak zira Avrasya Maratonu parkurunu -en azından koştuğum kısmı için- sevmedim ben.
Bu tamamen kendi kişisel fikrim. Çok sevenler olabilir, alınmasınlar.
Gülhane çıkışını finishe bağlayan yokuş neydi öyle...Bir an önce bitsin istedim. O yokuşu çıkarak maratonu tamamlayan herkesi can-ı gönülden tebrik ederim.
Bu yarışta kendi adıma çok yorulduğumu hissettim. Amsterdam’da 35 km’den sonra hissetmeye başladığım bitkinlik Avrasya Maratonu’nda 10km civarında kendini gösterdi. İnişli çıkışlı parkur koşucunun tatmin olma seviyesine göre cezbedici olabilir, benim için ise düz olmayan her yol ve özellikle o son yokuş tam anlamıyla ‘bezdirici ‘ idi. Anladım ki ben ‘düz yol’ koşucusuyum. En azından şimdilik... Bu kadar çabuk yorulmamda atmosferinde etkisi olduğuna inanıyorum.
Böylesine tepkisiz bir seyirci kitlesi göreceğimi tahmin etmemiştim. Benim koştuğum sıralarda zaten genel olarak boştu etraf. Kalabalık izleyici kitlelerinin olduğu tek tük noktalarda ise alkışlayan, destek verenlerin %99’u yabancıydı ki onlarında bir elin parmaklarını geçmediğini düşünürsek aval aval bakan insanların yanından sessizce koşmak motivasyon açısından pek besleyici olmadı açıkçası. Kendi insanımız kendi şehrimizde kendi koşan insanına hemen hemen hiç tepki vermiyor. Çok ilginç... Neyse ki koştuğum ilk bir saatte pırıl pırıl bir güneş vardı havada, saçtığı ışınlar, kulağımdaki müzik ve şehrin kendi güzelliği keyiflenmek için yetti. İşte böyle bir şekilde 1.20 ile bitirdim 15K’yı.
Katılımcıların değil fakat organizasyonun ruhu yoktu bence.
Yani birşey eksik gibiydi his olarak. Bana öyle geldi en azından...
Sinan ve Tuğçe’nin yazdıklarınıda okuyunca hem parkur olarak hemde bir hatun kişisi olarak iyi ki ilk maratonumu Avrasya’da koşmamışım dedim kendime.
Kaplumbağa & Tavşan ya da Hiçbiri..
Dilimizden düşmeyen Avrasya Maratonu geldi ve geçti bile. Koşu
hikayelerimiz çoğalırken alınan tecrübeler gitgide büyüyor ve benim çok hoşuma
gidiyor bu. Evet kendi adıma koştuğum en kötü yarışlardan biriydi fiziksel
olarak ama yine de çok keyifli anlar yaşadım, pişman değilim. Her şeyden önce
ben ilk kez Avrasya’da koştum ki bu bile çok güzel bir deneyim.
Memnuniyetsizliklerim çok fazlaydı bitirdiğimde hatta arkadaşlarıma Istanbul’da bir daha
maraton dener miyim bilmiyorum bile dedim. Ama zaman ne getirecek hep
beraber görücez. Kısaca koşu hikayemi anlatıp gözüme batan şeylerden bahsedeyim
hepimiz için.
Cumartesi günkü hava aşırı gözümü korkuttu bir kere, çok ağır sağnak
yağmur vardı, gözüm devamlı dışarda yarın böyle olursa naparız diye düşünürken
buldum kendimi sık sık. Pazar sabah kalktığımda (bence) koşu için mükemmel bir
hava vardı. Ama bir yandan ciddi hiçbir hazırlık yapmadığım, ne beslenme, ne
düzgün antreman olarak aklımdaydı. Benim koşuyu sevmemin en büyük nedenlerinden
biri, kafam karıştığında, hareket etmek istediğimde ayakkabılarımı giyip
yapabileceğim ve günün sonunda kendimi çok mutlu hissedeceğim bir şey olması. Açıkçası
haftada 3-4 koşuyorum tamamen içimden geldiği (düşünülecek çok şey var :) ve vücudum istediği
için. Ama bildiğimiz gibi 42km koşmak için bundan çok büyük bir disiplin ve
program gerekiyor. Hep denilen yarı maraton ve maraton arasında 21kmden çok
daha fazlası var sözü de aklımdaydı. 21’i bir şekilde düzenli koşan herkes
bitirebiliyor çünkü ama 42 bambaşka bir hikaye.
Şimdi burda bir parantez açmak istiyorum, koşu sabahı yine
arkadaşlarımla beraber giderken çok mutlu oldum, çünkü hepsi bir şekilde beni
sayemde koşuya başladılar ve bu beni baya mutlu ediyor. Ama Avrasya sonrası
(15K koştular) hepsinde sakatlıklar meydana geldi. Koşuya yeni başlayanların
temposunu gerçekten çok iyi ayarlamaları gerekiyor. Yani yarışı çabuk bitirmek
adına kendinizi zorlarsanız cezasını çok uzun süre çekiyorsunuz. O yüzden onlara
söylediğim şeyi tekrar ediyorum burdan, lütfen vücudunuzu dinleyerek koşun ve
zamanı unutun. Zaten o size her şeyi söylüyor bir şekilde inanın.
Neyse gelelim bana, yarış alanına gittik eşyaları vereceğimiz otobüsü
ararken biraz vakit kaybettik. Sonra ben maraton kısmına geçtim, pek fazla
ısınamadım açıkçası. Hatta köprüyü geçerken hayatımda ilk kez koşarken
bileğimde hafif sızı hissettim ama önemsemedim. Barbarosa kadar gayet tempomu
ayarlayarak güzel güzel geldim, güneşin çıktığı yerler de biraz sıcak geldi ama
genel olarak hava olumluydu. Önceki gece playlistimi güncellemiştim, Efe ve Alevin
katkısıyla, Sinan’ın da yazısındaki şarkıların hemen hepsi vardı playlistimde
nerdeyse. (yazı çok iyi bu arada) Hatta starta başlamamla “Don’t Stop Me Now” ve “Rolling
in the Deep” arka arkaya geldi köprü geçerken baya iyi denk geldi. Benim
problem Barbaros’da başladı aslında çünkü yokuş başında “I Bet You Look Good on
the Dancefloor” çaldı ki kendisini nerde duyarsam duyayım dans ediyorum zaten istisna yapamadım. Burda pace’im
tamamen kaydı ve Barbaros'tan aşağı uçmaya başladım derkenn “Ben Böyleyim - Athena”
(Efe’ye kucak dolusu sevgiler) çalmaya başlamaz mı, bu noktada cidden koptum,
bugüne kadar koşarken geçirdiğim en keyifli anlardan biriydi diyebilirim.
Aynen şu yandaki resimde
söylenen şeyi yaşadım, belki bir 5-10 km daha devam edebilirdim ordaki 4,5’luk
pace’im olmasa ama inanın umrumda değil ve hala değdiğini düşünüyorum. Her neyse
Barbaros’tan gayet güzel indim sonra devam ettim. Yanımda yeterince su vardı,
ondan durmadım. Tophane civarında sol bileğimde sıkıntı başladı, orda tuvalete
de girmek için kahve dünyasına girdim, biraz masaj yaptım, oyalandım ve devam
ettim. Burdaki sorun şuydu sanırım önceki akşam menisküs olan sağ dizimi Efeyle
bantlamıştık. Nedense bana sorun çıkarmamasına rağmen ona yüklenmemek için sola
biraz ağırlık verdiğimi düşünüyorum. Masaj iyi geldi bundan sonra güzel bir
tempo tutturdum,
Galata’yı geçtim gayet iyiyim hatta kafamda yavaş yavaş
kaplumbağa misali bu yarışı bitiricem sanırım diyorum, gaza gelip kendimi
tavşan sandığım anları unutarak. Neyse 15Kcılarla ayrıldık ve devam ediyoruz
Eyüp’e doğru, burada size pace buddy’mi tanıştırmalıyım ki biraz fikriniz olsun :) sonradan kendisini
geçtim ama bir süre arka arkaya gittik ben maratonu bırakırken yine onun
arkasından bakakaldım hatta. Eminim bitirmiştir, helal olsun.
Benim için asıl
problem Eyüp dönüşü başladı, cidden hem mola verdiğim, hem yavaş koştuğum için
bütün maraton koşanları ters taraftan selamladım nerdeyse, ki aşırı moral
bozucuydu. (o arada bir yerde Sinanko’yu da gördüm hatta) Eyüp’ten döndüğümüz
noktadan itibaren sağ kalçam alarm vermeye başladı aynen Eymir’deki gibi. Sanırım
burda da bileğe yüklenmeyeyim diye sağ tarafa ağırlık vermemden kaynaklandı.
Eyüp dönüşü inanılmaz sıkıcıydı ve bir kız olarak beni aşırı rahatsız eden laf
atmalar, sarıklı, şalvarlı amcalar başladı. Energy jel’i 5K önce açmıştım ama
vanilyalı powerbar gel almıştım ve cidden bana tadı çok çok çok kötü geldi. Her
neyse artık Unkapanının oralara geldiğimde kalçam yürürken bile acımaya başladı
ve devam edersem sakatlık çıkacağından emindim. Tabiiki yollar burda da çok
şenlikliydi. Bedava sulardan alıp yolun ortasında birbirini ıslatan çocuklar,
kolkola koşanların önünde duran adamlar. Kalçamla beraber sinirler de gerildi
benim biraz. Aksaray’a geldiğimde (19.5) daha fazla devam edemeyeceğimi
düşünerek bıraktım. Şimdi burda hep şunu derdim kişilik olarak sakatlasam da
kendimi bitirmeye kasarım, öyleyimdir çünkü. Gerçekten kör topal gidebilirdim
bir 5-10 km daha ama kalçam 2 günde iyileşeceğine 2 ayda iyileşirdi ve bunu
yapmak istiyor musun kendine diye sordum. Cevap çok netti, benle maraton koşan birkaç
yabancı devam etmem konusunda ısrar ettiler durup ama kalçamdan bahsedince
onlarda bırakıp gittiler. Sonuçta ben hedefim olan 25-30 km’yi bırak, YM
mesafesini bile bitiremeden, (ama ulaşım için stratejik bir noktada) yarışı
bıraktım.
Organizasyonla ilgili yine iki kelamım var bitirmeden, şimdi Amsterdam’ı
yeni koştuk diye midir nedir her şeyin nasıl tıkır tıkır gittiğini görünce
burdaki her şey gözüme battı. Başlangıç zaten düzensizdi her zamanki gibi, onu
geçtim 8K’cılar sağ tarafta kendi yarışlarını bitirip ellerinde torbalarla
bizim yolda çarşıda gibi yürümeye devam ettiler. Önümde Berlin duvarı gibi 5-6
kişi yanyana yürüyordu ki bir tanesini ittim resmen, aynı şeyi arkadaşlarım da
yaşamış. Organizasyondan çok sanırım bazı şeyler kültür meselesi aslında, beni
cidden çok rahatsız eden şeyler yaşadım yol boyunca, bu kadar güzel bir şehir,
anlamlı bir yarış ve kendi vatandaşı bile bir daha koşmayabilirim diyor. Çok yazık..
15 K bitiren arkadaşlarım ki bir tanesi sakatlanmıştı 1 saat boyunca eve dönüş
için ulaşım bulamadılar, ağlamışlar artık sonunda. Bir de yarış boyunca stationlarda
elma verip bitişte muz verilmesi olayı var ki, tam tersi olması gerektiğini
biri hatırlatmalı sanırım. Neyse iyisiyle kötüsüyle bir koşu daha geride kaldı,
bir sürü tecrübe edindik dünden daha iyi olarak yolumuza devam ediyoruz
aldığımız derslerle. (umarım:)
Yarış başında Kadir Topbaş’ın konuşmasını yakalayamayanlar olmuştur
belki, kendisi bir maratona start verirken yavaş yavaş koşun kendinizi yormayın demiş
sanırım. Lütfen tavsiyelere uyalım:)
Yandaki söz de sinanko ve bana gelsin :)
Herkese tekrar iyi koşular ve sevgiler!
Tuuce
Best Fail Compilation
Aylardır hazırlandığımız, üstüne bol bol konuştuğumuz, heyecanla beklediğimiz 2012 Avrasya Maratonu sonrasında blog yazarlarımız arasında hala tek maraton koşabilmiş kişi Banu olarak kaldı; işin Türkçe'si beceremedik.
Işin hikayesi: Banu'nun tavsiyelerinden de yola çıkarak son hafta ciddi bir karbohidrat yüklemesi yaptım, playlist'imi kendine getirdim, stresin çoğunu üstümden attım, kafaca son derece hazırdım starta geciktiğim sırada. Tecrübe dediğin böyle bir şey işte; zaten daha önce de koşulara geç kaldığım için kafa olarak oldukça rahattım. Isınmamı yaptım, kamerayı tam başlatacaktım SD kart çalışmadı ve onu değiştirdim. Sonra da ufak ufak köprüye doğru yollandım. Bu sırada sadece 4 dakika geç start almıştım ki çok kritik bir durum yok ortada. Biraz fazla 8 km koşanların arasından başladım ama zaten Barbaros'a geldiğimde ufak ufak 15K'cıları, Beşiktaş'ta maratoncuları yakalamıştım pek tempo yapmamış olsam da. Kendime her su istasyonunda duracağıma dair söz vermiştim, o yüzden hiç gerek olmasa da Şampiyon Kokoreç'in önünde de durdum, 6. km'de. Sonra Fındıklı'da 8K bitti, Galata'yı geçtik, dönüşte olan 15K'cıları gördüğümde hala "oh ne güzel başladık, daha anlamadım bile diyordum". 10 K ve 1 saat olmuştu bu arada.
Insan beyni öyle enteresan bir şey işte. Annelerimizin yemek yaparken kurdukları alarm gibi ben de kendi beynimi koşacağım mesafeye kuruyorum. 5K koşacaksam 6. kilometrede bayıyorum. 10'sa 10, 21'se 21, 42'yse 42. Tabi kafayı 42'ye kurunca da 10K ısınma turu gibi geliyor. Gerçek anlamda maraton, 15K'nın Kadir Has'ın önünden döndüğü, seninse devam ettiği anda başlıyor sanki. Bundan sonra sadece sen ve fellow maratoncular var. Eyüp'e kadar güzel gittim, mis gibi döndüm. Etrafta Fred Çakmaktaş kostümlü bir abiden kanatları ile toptan bir arıya dönüştü Çinli ablamız vardı mesela. Hala onları izliyordum. (bir not; şehrimizin göbeğinden geçen Golden Marathon'un tadını koşan ve/veya destekleyen yabancılar çıkarıyor, bizimkiler sadece yollar kapandığından küfrediyor).
Unkapanı'na dönüp Fatih'e doğru yokuş çıkmaya başladığım sırada (18K), planım mükemmel işliyordu. Neredeyse yarı maraton mesafesine gelmiştim, istediğim tempoyu tutturmuştum ve vücudumda herhangi bir yorulma veya sakatlık izi yoktu. Planımın bu kısmında yokuşu yürüyerek çıkmak vardı ama yokuş beklediğim kadar dik değildi ve yürümeye başlayınca sıkıldığım için koşmaya devam ettim. Ne de olsa farklı kasları çalıştırıyor yokuş yukarılar diye de avunarak Haşim İşcan geçidine geldim, sonrasında da yavaş yavaş Yenikapı belirdi. 20K. Yarı maraton mesafesini neredeyse bitirdim, aynen devam. Benim için asıl zor olacak yerin burası olacağını düşünüyordum. Dümdüz, hiç farklılığı olmayan bir yol. Git ve gel. Hem Eyüp hem Bakırköy git-gel'leri biraz can sıkıcı, aynı mesafeyi git-gelsiz bir yolda yapmayı tercih ederdim.
Yarı maraton mesafesini geçtikten sonra hem vücudum hem aklım bilinmeyene doğru adım atmıştık, bundan sonraki her adım daha önce gitmediğim uzunluklara gidiyordu. 25. km'den itibaren de garipsemeye, arızalar çıkacağının haberlerini vermeye başladı vücut. 22.5'da ilk energy gel'imi almıştım, 5 km'de bir alacaktım 4 tane. Ama artık vücudum yavaşlamaya ve zorlanmaya başlamıştık. Durup stretching yaptım, biraz yürüdüm maratonu 3.5 saatte bitirecekler yolun öbür tarafından Sultanahmet'e doğru uçaradım koşarken. Bu sırada arkadan soğuk soğuk esmeye başlayan rüzgar da baymıyor değildi. Sonra AdımAdım'dan bir ekip, engelli bir çocuğu özel aracında taşırken yanıma geldiler. Ben de onlarla bir süre tempo yaptım, hatta geçtim de, ama daha sonra yine yürümeye başladım. Maalesef yarı maratondaki gibi durmadan koşmadığım için kendime bir tavşan bulmam da oldukça zor oldu. 3-5 tavşan birden belirledim ben de. Onlar yürürken geçiyorum ve bir sonraki tavşana takılıyorum, sonra ben yürürken onlar beni geçiyor vs.
Kafamda hep 33K hedefi vardı. Uğurlu sayım olması dışında eğer o mesafeye gelirsem ne yapıp edip bitiririm diyordum. Ondan önceki hedefim 30, bir önceki hedefim de U dönüşü yapılacak olan 28. K'daki Gelik restorandı. Gelik'e geldim ama geldiğimde artık fizik olarak oldukça düşmüştüm, neredeyse sadece yürüyordum. Sıkıntım da şuydu: mental olarak çok hazırdım ve hala çok istiyorum, enerji olarak da sıkıntı yaşamıyordum ama bacaklarım reddediyordu dahasını. Bahsettiğim soğuk rüzgarı da önden alarak başladım Bakırköy-Sultanahmet yoluna. Koşu pace'im 9'lara kadar inmişti artık, o da sinirimi bozdu. Yani ben kendimi zorlayıp koştuğumda aslında hızlı bir yürüme temposuna anca erişiyordum. O halde yine de koşa-yürüye 29'a geldim. Kendime dedim ki 30'a kadar hiç durmayacaksın, hep koşacaksın. Ve bunu da yaptım. Gerçekten 29-30 arasında hiç durmadan koştum. Ama sonrasında moral bozucu hamleler arka arkaya gelmeye başladı. Önce son koşucuyu takip eden ambulans öbür taraftan geçti, sonrasında bir kamyonet kilometre tabelalarını toplamaya başladı. Yani yavaş yavaş parkur kapanıyordu ve ben hala 30.5'teydim. Artık yürürken diğer yürüyenlere de geçilmeye başlamıştım ve hala yolum vardı. Çok denesem çok istesem de o marş motoru basmıyor ve ben tekrar anlamlı bir tempoda (veya herhangi bir tempoda) koşamıyordum.
Artık 32.5K'da, 10 kilometreden az kalmışken, Abdi Ipekçi'nin sahile bağlandığı noktada yarışı bıraktım. Çünkü kramp sinyalleri bir süredir geliyordu ve ben artık daha adım atacak halde değildim. Parkur kapandıktan sonra da koşmak istemiyordum. Insan nerede durması gerektiğini de bilmeli galiba.
Mutsuz değilim. Elimden geleni yaptım, gerçekten daha fazlasını yapamazdım. Ayağımı kaldırıma çıkaramayacak kadar bittiğimde bıraktım. Ve benim için çok büyük bir tecrübe oldu. Kafa olarak çok konsantre şekilde hazırlansam da, isteğim çok olsa da bilinçli şekilde hazırlanmamıştım. Onun getirdiği limit de buydu. Hayatın bir Amerikan filmi olmadığını, yeteri kadar emek vermezsen bazı şeyleri yapamayacağını hatırlatması iyi oldu. Ve kamçıladı. Şu an antreman yapmak, o maratonu tekrar denemek için yanıp tutuşuyorum. En yakın zamanda daha bilinçli bir şekilde antremanlara başlayıp seneye çok daha iyi bir şekilde geri dönmek istiyorum. Öncesinde belki başka maratonlarda koşar ve o mesafeyi bitiririm ama asıl hedefim hep Avrasya olacak. Yenicem seni Istanbul!
Işin hikayesi: Banu'nun tavsiyelerinden de yola çıkarak son hafta ciddi bir karbohidrat yüklemesi yaptım, playlist'imi kendine getirdim, stresin çoğunu üstümden attım, kafaca son derece hazırdım starta geciktiğim sırada. Tecrübe dediğin böyle bir şey işte; zaten daha önce de koşulara geç kaldığım için kafa olarak oldukça rahattım. Isınmamı yaptım, kamerayı tam başlatacaktım SD kart çalışmadı ve onu değiştirdim. Sonra da ufak ufak köprüye doğru yollandım. Bu sırada sadece 4 dakika geç start almıştım ki çok kritik bir durum yok ortada. Biraz fazla 8 km koşanların arasından başladım ama zaten Barbaros'a geldiğimde ufak ufak 15K'cıları, Beşiktaş'ta maratoncuları yakalamıştım pek tempo yapmamış olsam da. Kendime her su istasyonunda duracağıma dair söz vermiştim, o yüzden hiç gerek olmasa da Şampiyon Kokoreç'in önünde de durdum, 6. km'de. Sonra Fındıklı'da 8K bitti, Galata'yı geçtik, dönüşte olan 15K'cıları gördüğümde hala "oh ne güzel başladık, daha anlamadım bile diyordum". 10 K ve 1 saat olmuştu bu arada.
Insan beyni öyle enteresan bir şey işte. Annelerimizin yemek yaparken kurdukları alarm gibi ben de kendi beynimi koşacağım mesafeye kuruyorum. 5K koşacaksam 6. kilometrede bayıyorum. 10'sa 10, 21'se 21, 42'yse 42. Tabi kafayı 42'ye kurunca da 10K ısınma turu gibi geliyor. Gerçek anlamda maraton, 15K'nın Kadir Has'ın önünden döndüğü, seninse devam ettiği anda başlıyor sanki. Bundan sonra sadece sen ve fellow maratoncular var. Eyüp'e kadar güzel gittim, mis gibi döndüm. Etrafta Fred Çakmaktaş kostümlü bir abiden kanatları ile toptan bir arıya dönüştü Çinli ablamız vardı mesela. Hala onları izliyordum. (bir not; şehrimizin göbeğinden geçen Golden Marathon'un tadını koşan ve/veya destekleyen yabancılar çıkarıyor, bizimkiler sadece yollar kapandığından küfrediyor).
Unkapanı'na dönüp Fatih'e doğru yokuş çıkmaya başladığım sırada (18K), planım mükemmel işliyordu. Neredeyse yarı maraton mesafesine gelmiştim, istediğim tempoyu tutturmuştum ve vücudumda herhangi bir yorulma veya sakatlık izi yoktu. Planımın bu kısmında yokuşu yürüyerek çıkmak vardı ama yokuş beklediğim kadar dik değildi ve yürümeye başlayınca sıkıldığım için koşmaya devam ettim. Ne de olsa farklı kasları çalıştırıyor yokuş yukarılar diye de avunarak Haşim İşcan geçidine geldim, sonrasında da yavaş yavaş Yenikapı belirdi. 20K. Yarı maraton mesafesini neredeyse bitirdim, aynen devam. Benim için asıl zor olacak yerin burası olacağını düşünüyordum. Dümdüz, hiç farklılığı olmayan bir yol. Git ve gel. Hem Eyüp hem Bakırköy git-gel'leri biraz can sıkıcı, aynı mesafeyi git-gelsiz bir yolda yapmayı tercih ederdim.
Yarı maraton mesafesini geçtikten sonra hem vücudum hem aklım bilinmeyene doğru adım atmıştık, bundan sonraki her adım daha önce gitmediğim uzunluklara gidiyordu. 25. km'den itibaren de garipsemeye, arızalar çıkacağının haberlerini vermeye başladı vücut. 22.5'da ilk energy gel'imi almıştım, 5 km'de bir alacaktım 4 tane. Ama artık vücudum yavaşlamaya ve zorlanmaya başlamıştık. Durup stretching yaptım, biraz yürüdüm maratonu 3.5 saatte bitirecekler yolun öbür tarafından Sultanahmet'e doğru uçaradım koşarken. Bu sırada arkadan soğuk soğuk esmeye başlayan rüzgar da baymıyor değildi. Sonra AdımAdım'dan bir ekip, engelli bir çocuğu özel aracında taşırken yanıma geldiler. Ben de onlarla bir süre tempo yaptım, hatta geçtim de, ama daha sonra yine yürümeye başladım. Maalesef yarı maratondaki gibi durmadan koşmadığım için kendime bir tavşan bulmam da oldukça zor oldu. 3-5 tavşan birden belirledim ben de. Onlar yürürken geçiyorum ve bir sonraki tavşana takılıyorum, sonra ben yürürken onlar beni geçiyor vs.
Kafamda hep 33K hedefi vardı. Uğurlu sayım olması dışında eğer o mesafeye gelirsem ne yapıp edip bitiririm diyordum. Ondan önceki hedefim 30, bir önceki hedefim de U dönüşü yapılacak olan 28. K'daki Gelik restorandı. Gelik'e geldim ama geldiğimde artık fizik olarak oldukça düşmüştüm, neredeyse sadece yürüyordum. Sıkıntım da şuydu: mental olarak çok hazırdım ve hala çok istiyorum, enerji olarak da sıkıntı yaşamıyordum ama bacaklarım reddediyordu dahasını. Bahsettiğim soğuk rüzgarı da önden alarak başladım Bakırköy-Sultanahmet yoluna. Koşu pace'im 9'lara kadar inmişti artık, o da sinirimi bozdu. Yani ben kendimi zorlayıp koştuğumda aslında hızlı bir yürüme temposuna anca erişiyordum. O halde yine de koşa-yürüye 29'a geldim. Kendime dedim ki 30'a kadar hiç durmayacaksın, hep koşacaksın. Ve bunu da yaptım. Gerçekten 29-30 arasında hiç durmadan koştum. Ama sonrasında moral bozucu hamleler arka arkaya gelmeye başladı. Önce son koşucuyu takip eden ambulans öbür taraftan geçti, sonrasında bir kamyonet kilometre tabelalarını toplamaya başladı. Yani yavaş yavaş parkur kapanıyordu ve ben hala 30.5'teydim. Artık yürürken diğer yürüyenlere de geçilmeye başlamıştım ve hala yolum vardı. Çok denesem çok istesem de o marş motoru basmıyor ve ben tekrar anlamlı bir tempoda (veya herhangi bir tempoda) koşamıyordum.
Artık 32.5K'da, 10 kilometreden az kalmışken, Abdi Ipekçi'nin sahile bağlandığı noktada yarışı bıraktım. Çünkü kramp sinyalleri bir süredir geliyordu ve ben artık daha adım atacak halde değildim. Parkur kapandıktan sonra da koşmak istemiyordum. Insan nerede durması gerektiğini de bilmeli galiba.
Mutsuz değilim. Elimden geleni yaptım, gerçekten daha fazlasını yapamazdım. Ayağımı kaldırıma çıkaramayacak kadar bittiğimde bıraktım. Ve benim için çok büyük bir tecrübe oldu. Kafa olarak çok konsantre şekilde hazırlansam da, isteğim çok olsa da bilinçli şekilde hazırlanmamıştım. Onun getirdiği limit de buydu. Hayatın bir Amerikan filmi olmadığını, yeteri kadar emek vermezsen bazı şeyleri yapamayacağını hatırlatması iyi oldu. Ve kamçıladı. Şu an antreman yapmak, o maratonu tekrar denemek için yanıp tutuşuyorum. En yakın zamanda daha bilinçli bir şekilde antremanlara başlayıp seneye çok daha iyi bir şekilde geri dönmek istiyorum. Öncesinde belki başka maratonlarda koşar ve o mesafeyi bitiririm ama asıl hedefim hep Avrasya olacak. Yenicem seni Istanbul!
Saturday, November 10, 2012
Playlist of a Marathon
Ah, maratona sadece bir gün kaldı. Yarın sabah maraton.
Bildiğim kadarınca koşarken müzik dinleyen, hatta müziksiz koşamayan kişi sayısı pek az değil. Bendeniz de bu grubun bir üyesiyim. Bu pazarki Avrasya Maratonu'nda yaklaşık 5 saatlik bir yalnızlıkta müziğimle beraber finişe ulaşmaya çalışacağım. Su, powergel, bacaklarım ve kamera dışında yanımdaki tek arkadaşımın inceliklerini sizlerle de paylaşayım dedim. Maratonumun mixtape'ine hoşgeldiniz:
Adele - Rolling in the Deep (şundan beri her bu şarkı çaldığında aklıma sadece koşmak geliyor)
Arctic Monkeys - I Bet You Look Good on the Dancefloor
Belle&Sebastian - I Want the World to Stop
Black Keys - Gold on the Ceiling
Bob Dylan - Hurricane (Belki şarkının kendisi değil ama hikayesi çok iyi ve gaza getirici)
Bruce The Boss Springsteen - Born in the USA (Bizim böle şarkılarımız olsa milliyetçi olabilirdim)
Bryan Adams - Summer of 69 (Bunun gibi ¨zaman ne çabuk geçiyo&gençlik yıllarımız¨ şarkıları maalesef gaza getiriyo beni)
Chemical Brothers - Under the Influence (trance ile koşunca koşu trance'i oluyo)
The Clash - Clampdown
Coldplay - Viva La Vida (of kors)
Daft Punk - Revolution 909 (bir trans şarkısı daha)
Deadmau5 - Ghosts & Stuff (biraz gym şarkısı ama iyi geliyo)
Elvis - Burning Love
Empire of the Sun - We Are the People (evet, ne var?)
Foals - Cassius (biraz nabız arttırıcı)
Gotye - I Feel Better (tam bir koşu şarkısı gibi geliyor bana, başımın üstünden rüzgarlar essin)
Green Day - Outsider (The Ramones cover'ı)
Guns'n'Roses - Paradise City
Hot Chip - Hand Me Down Your Love
Iron Maiden - Wasted Years (yine bir ¨yıllar geçiyor¨ şarkısı)
Jamiroquai - White Knuckle Ride (yeeeeaaaaahhhhh)
Jay-Z ve Alicia Keys - Empire State of Mind (nedenini bilmiyorum ama iyi hissettiriyor genel olarak)
Justice - Waters of Nazareth (ne kadar yorgun olursan ol vücut reset'leniyo bu şarkıyla)
Kanye West - All of the Lights
Kasabian - Fire
The Killers - This River is Wild
Kings of Leon - California Waiting
LCD Soundsystem - Daft Punk is Playing At My House
Led Zeppelin - Whole Lotta Love
Lenny Kravitz - American Woman
Linkin Park - Faint
Linkin Park ve Jay-Z - Dirt off Your Shoulders&Lying From You
LMFAO - Party Rock Anthem (E-e-e-e-everyday I'm Shufflin')
Lykie Li - I Follow Rivers
Madonna - Hung Up
Manowar - Hail and Kill
Manu Chao - Rumba de Barcelona
Maroon 5 - Moves Like Jagger (Guilty Pleasures haha)
Mert Içgören - Türk Malı (bu adam çok underrated)
Metallica - Through the Never
Moby - Lift Me Up
The National - Lit Up
Offspring - Kick Him When He's Down
Rocky OST - Going the Distance
The Police - Message in a Bottle
Postal Service - Such Great Heights
Pulp - Common People
Queen (bütün gruplardan bir şarkı seçebildim ama Queen'den olmadı)
Queens of the Stone Age - Little Sister
Rage Against the Machine - Testify
Style Council - Shout to the Top (bu şarkı insanın hareket etmesi için başlı başına sebep, durmak imkansız)
Survivor - Eye of the Tiger (yarışa başlamadan önce yarım doz, tam doz tıkayabilir)
Tom Petty - Free Falling
Two Door Cinema Club - Come Back Home
U2 - Pride
We Are Scientists - The Great Escape
Wolfmother - Woman
Çoğu grubun birden çok şarkısı var ve hepsi güzel ama ben özet geçmek istedim. Özeti bile bu kadar işte :)
Herkese yarın Avrasya'da kocaman şanslar, kocaman adımlar, mükemmel finişler...
Bildiğim kadarınca koşarken müzik dinleyen, hatta müziksiz koşamayan kişi sayısı pek az değil. Bendeniz de bu grubun bir üyesiyim. Bu pazarki Avrasya Maratonu'nda yaklaşık 5 saatlik bir yalnızlıkta müziğimle beraber finişe ulaşmaya çalışacağım. Su, powergel, bacaklarım ve kamera dışında yanımdaki tek arkadaşımın inceliklerini sizlerle de paylaşayım dedim. Maratonumun mixtape'ine hoşgeldiniz:
Adele - Rolling in the Deep (şundan beri her bu şarkı çaldığında aklıma sadece koşmak geliyor)
Arctic Monkeys - I Bet You Look Good on the Dancefloor
Belle&Sebastian - I Want the World to Stop
Black Keys - Gold on the Ceiling
Bob Dylan - Hurricane (Belki şarkının kendisi değil ama hikayesi çok iyi ve gaza getirici)
Bruce The Boss Springsteen - Born in the USA (Bizim böle şarkılarımız olsa milliyetçi olabilirdim)
Bryan Adams - Summer of 69 (Bunun gibi ¨zaman ne çabuk geçiyo&gençlik yıllarımız¨ şarkıları maalesef gaza getiriyo beni)
Chemical Brothers - Under the Influence (trance ile koşunca koşu trance'i oluyo)
The Clash - Clampdown
Coldplay - Viva La Vida (of kors)
Daft Punk - Revolution 909 (bir trans şarkısı daha)
Deadmau5 - Ghosts & Stuff (biraz gym şarkısı ama iyi geliyo)
Elvis - Burning Love
Empire of the Sun - We Are the People (evet, ne var?)
Foals - Cassius (biraz nabız arttırıcı)
Gotye - I Feel Better (tam bir koşu şarkısı gibi geliyor bana, başımın üstünden rüzgarlar essin)
Green Day - Outsider (The Ramones cover'ı)
Guns'n'Roses - Paradise City
Hot Chip - Hand Me Down Your Love
Iron Maiden - Wasted Years (yine bir ¨yıllar geçiyor¨ şarkısı)
Jamiroquai - White Knuckle Ride (yeeeeaaaaahhhhh)
Jay-Z ve Alicia Keys - Empire State of Mind (nedenini bilmiyorum ama iyi hissettiriyor genel olarak)
Justice - Waters of Nazareth (ne kadar yorgun olursan ol vücut reset'leniyo bu şarkıyla)
Kanye West - All of the Lights
Kasabian - Fire
The Killers - This River is Wild
Kings of Leon - California Waiting
LCD Soundsystem - Daft Punk is Playing At My House
Led Zeppelin - Whole Lotta Love
Lenny Kravitz - American Woman
Linkin Park - Faint
Linkin Park ve Jay-Z - Dirt off Your Shoulders&Lying From You
LMFAO - Party Rock Anthem (E-e-e-e-everyday I'm Shufflin')
Lykie Li - I Follow Rivers
Madonna - Hung Up
Manowar - Hail and Kill
Manu Chao - Rumba de Barcelona
Maroon 5 - Moves Like Jagger (Guilty Pleasures haha)
Mert Içgören - Türk Malı (bu adam çok underrated)
Metallica - Through the Never
Moby - Lift Me Up
The National - Lit Up
Offspring - Kick Him When He's Down
Rocky OST - Going the Distance
The Police - Message in a Bottle
Postal Service - Such Great Heights
Pulp - Common People
Queen (bütün gruplardan bir şarkı seçebildim ama Queen'den olmadı)
Queens of the Stone Age - Little Sister
Rage Against the Machine - Testify
Style Council - Shout to the Top (bu şarkı insanın hareket etmesi için başlı başına sebep, durmak imkansız)
Survivor - Eye of the Tiger (yarışa başlamadan önce yarım doz, tam doz tıkayabilir)
Tom Petty - Free Falling
Two Door Cinema Club - Come Back Home
U2 - Pride
We Are Scientists - The Great Escape
Wolfmother - Woman
Çoğu grubun birden çok şarkısı var ve hepsi güzel ama ben özet geçmek istedim. Özeti bile bu kadar işte :)
Herkese yarın Avrasya'da kocaman şanslar, kocaman adımlar, mükemmel finişler...
Friday, November 2, 2012
Running in LA
En sonunda ben de birseyler yaziyorum, mutlu ve gururluyum :)
Bircok blogdasimin Amsterdamda ter dokerek yari maraton ve maraton kostugu gunlerde soylemesi ayip ben biraz tatildeydim. Ama bu tabiiki de kosmadim demek degil - her ne kadar yanlis planlamam - kendi spor ayakkabilarimi getirmemem ve yeni siparis ettigim barefoot merrell ayakkabilarin da gec gelebilecegini hesaplamamis olmam - yuzunden bir kac gun baslamam gecikse de Los Angeles`ta kosmayi basardim.
Iki yeni deneyim edindim, oncelikle barefoot ayakkabilar - simdilik bayildigimi soyliyebilirim. Su ana kadar alistiklarimdan cok farkli, ve biraz dikkatli olmak gerekiyor en basta, cunku kendimi cok rahat sakatliyabilecegimi hissediyorum, ama ayni zamanda da muthis hafif ve rahatlar.
Ikinci olarak da, hep hayal ettigim seyi yaptim, ve santa monica-venice beach de sahilde, denizin kenarinda ve icinde, ayakkabilarimi sirtima atip, yalin ayak kostum - yaklasik 8-8/5 km kadar. Ve MUTHESEM bir duyguydu, biraksalar (birakacak olan da beni bekleyen kardesimdi :) hic durmadan daha bayagi bir kosardim. Deniz kenari kosmaya cok uygun, bu yuzden ne bacaklariniz yanlis calisiyor, ne de sakatlanma riski var (bkz. resim 1a)
Bir de kosarken size eslik eden, yine resimde gorebileceginiz, muthis sevimli mini mini kus suruleri var, tabii bir suru baska kosucuyu da unutmuyoruz.
Diger sehirlerde de cok gordum ama LA kesinlikle inanilmaz `kosucu` bir sehir, hem sahilde hem de sehir icinde asfaltta bu kadar cok kosucu gordugumu hic hatilamiyorum, gunun her saati ve her gun, Ayrica bir suru sirf kosu uzerine uzmanlasmis dukkani var, dogal olarak kendimi kaybettim o dukkanlarda, and they have the right attitude for sure :)
Zaten cok sevdigim bu sehre baska bir yonuyle daha asik oldum ve hayalini kurdugum birseyi gerceklestirdim. Eger daha onceden yapmadiysaniz uygun bir kum bulusaniz sahilde yalin ayak kosmayi hepinize tavsiye ediyorum
Hepinizle Avrasya gunu gorusmek uzere :)
Bircok blogdasimin Amsterdamda ter dokerek yari maraton ve maraton kostugu gunlerde soylemesi ayip ben biraz tatildeydim. Ama bu tabiiki de kosmadim demek degil - her ne kadar yanlis planlamam - kendi spor ayakkabilarimi getirmemem ve yeni siparis ettigim barefoot merrell ayakkabilarin da gec gelebilecegini hesaplamamis olmam - yuzunden bir kac gun baslamam gecikse de Los Angeles`ta kosmayi basardim.
Iki yeni deneyim edindim, oncelikle barefoot ayakkabilar - simdilik bayildigimi soyliyebilirim. Su ana kadar alistiklarimdan cok farkli, ve biraz dikkatli olmak gerekiyor en basta, cunku kendimi cok rahat sakatliyabilecegimi hissediyorum, ama ayni zamanda da muthis hafif ve rahatlar.
Ikinci olarak da, hep hayal ettigim seyi yaptim, ve santa monica-venice beach de sahilde, denizin kenarinda ve icinde, ayakkabilarimi sirtima atip, yalin ayak kostum - yaklasik 8-8/5 km kadar. Ve MUTHESEM bir duyguydu, biraksalar (birakacak olan da beni bekleyen kardesimdi :) hic durmadan daha bayagi bir kosardim. Deniz kenari kosmaya cok uygun, bu yuzden ne bacaklariniz yanlis calisiyor, ne de sakatlanma riski var (bkz. resim 1a)
Bir de kosarken size eslik eden, yine resimde gorebileceginiz, muthis sevimli mini mini kus suruleri var, tabii bir suru baska kosucuyu da unutmuyoruz.
Diger sehirlerde de cok gordum ama LA kesinlikle inanilmaz `kosucu` bir sehir, hem sahilde hem de sehir icinde asfaltta bu kadar cok kosucu gordugumu hic hatilamiyorum, gunun her saati ve her gun, Ayrica bir suru sirf kosu uzerine uzmanlasmis dukkani var, dogal olarak kendimi kaybettim o dukkanlarda, and they have the right attitude for sure :)
Zaten cok sevdigim bu sehre baska bir yonuyle daha asik oldum ve hayalini kurdugum birseyi gerceklestirdim. Eger daha onceden yapmadiysaniz uygun bir kum bulusaniz sahilde yalin ayak kosmayi hepinize tavsiye ediyorum
Hepinizle Avrasya gunu gorusmek uzere :)
Wednesday, October 31, 2012
Bir ' İlk Maratona Hazırlık ' Hikayesi-TCS Amsterdam 2012
Şimdi
size maraton koşmanın ne olduğuna dair hiçbir fikri yokken, keyifli bir yaz tatili dönüşü ilk iş gününde ofiste daralmanın eşiğine gelip
akabinde kendine kısa vadede gerçekleştirilebilecek yeni bir aksiyon rotası
çizen ve bunu da ‘Koşmayı seviyorum o zaman maraton koşayım madem! Hem
sonbaharda Amsterdam güzel olur oo yee’ diyerek bir tıkla
maratona kaydolmuş olan bendenizin 3,5 ay süren 'hazırlanma & bitirme süreci'nin hikayesini
anlatıciim.
Çayınızı kahvenizi
alın gelin, zira uzun bir yazı olacak gibi görünüyor.
GİRİŞ
2011 Kasım'da sevgili kuçumla çıktığım akşam yürüyüşlerini
uzatmaya başladım, çünkü güneşin çocuğu olarak kışı sevmiyorum ve temiz havaya üşümeyi göze alacak kadar ihtiyacım vardı. Soğuk havada dışarıda vakit geçirmenin düşündüğüm kadar bezdirici olmadığını, hatta tam tersi canlandırıcı olduğunu
fark etmemle yürüyüşlerimizin süresi ve temposu da artmaya
başladı. Öyle ki 3-4 ay kadar sonra 'Vino' bu kadar çok
yürümekten bayıp patilerini sıkıca yere bastırarak ‘Sen ne yapıcaksan yap ben eve gitmek istiyorum!’ bakışları atmaya başlayınca
onu daha fazla kötü emellerime alet etmek istemedim ve akşamları onunla eski rutinimize dönerken sabahları kendime ayırarak Şubat-Mart gibi
haftada 3-4 defa olacak şekilde oldukça hafif tempolu, kısa mesafe
koşulara başladım.
GELİŞME
Havaların güzelleşmesi ve zamanla
kondisyonumun artması ile koştuğum
mesafeler de uzamaya başladı. İlk kez FB- Bostancı-C.bostan rotasını koştuğumda inanamadım kendime...
Derken başlangıçta bahsettiğim yaz tatiline gittim. Fakat ne acıdır ki her güzel şeyin (hem de her yaz!) bir sonu var... İlk ofis günü
sıkıntı basmaya başladığında (o an yapabileceğim en uç şeylerden biri olduğu ve bünyede heyecan silsilesi yarattığı için) kendimi 2012 Avrasya Maratonu'nun sayfasına
bakarken buldum...
Lakin Avrasya Maratonu'na daha çok vardı, hem Kasım ayındaydı, Kasım'da üşümez miydim
öyle köprülerden koşarken filan? Hemen bir google search yaptım yakın
tarihli başka bir maraton bulmak için.
Paris
ve Berlin kayıtları kapanmıştı. Amsterdam'da hala yer vardı, 'Olsundu Amsterdam’ı zaten çok
seviyordum, bahane olurdu işte bir kez daha gitmek için...' diyerekten kaydımı yaptırdım.
Artık resmi bir maraton koşusu adayı (!) olduğuma göre maraton tam olarak neymiş, nasıl koşulurmuş brz bilgim olsun madem (!) diyerek tekrar Avrasya Maratonu'nun sayfasına döndüm. 'Neler yazıyormuş bakalım burada böyle hmmm' diye gözlerimi dört açmış okurken maraton koşmak için antrenman sitesi linki verildiğini görünce
şaşırdım. ‘Aa koşuyorsun işte, ne hazırlanması ne programı?’ diye...
Bugün düşününce gerçekten çok naif geliyor o zamanki halim gözüme...
Gün boyunca yaptığım sörf sonucu
okuduklarımdan kafam oldukça karışmış olarak döndüm eve, ‘Naaptım ben yaa!!’ diye...
Biraz sakinleşip aklımı başıma toplayınca daha önce hiç girmediğim sulara dalma fikri gizemli ve heyecanlı geldi. (Tabii bir de o kadar kayıt parası vermiştim, koşmazsam arkamdan ağlardı sonra. :)) Hedefim doğal olarak birinci olmak değil, sakin sakin koşunun tadını çıkararak mümkünse bitirebilmekti. Bitiremesem de anılarda güzel bir macera olurdu, son nefesimi verirken gözümün önünden geçerdi filan. :) 'Koşamazsam yürürüm; güzel şehir güzel rota en nihayetinde??' dedim ve kendime öylesine bir 42k hazırlanma programı buldum!!
(Meğer hazırlık programları da çeşit çeşitmiş sonradan öğrendim. :))
Biraz sakinleşip aklımı başıma toplayınca daha önce hiç girmediğim sulara dalma fikri gizemli ve heyecanlı geldi. (Tabii bir de o kadar kayıt parası vermiştim, koşmazsam arkamdan ağlardı sonra. :)) Hedefim doğal olarak birinci olmak değil, sakin sakin koşunun tadını çıkararak mümkünse bitirebilmekti. Bitiremesem de anılarda güzel bir macera olurdu, son nefesimi verirken gözümün önünden geçerdi filan. :) 'Koşamazsam yürürüm; güzel şehir güzel rota en nihayetinde??' dedim ve kendime öylesine bir 42k hazırlanma programı buldum!!
(Meğer hazırlık programları da çeşit çeşitmiş sonradan öğrendim. :))
ANTRENMANLAR
Programda
4 ay boyunca haftanın 6 günü koşmam gerektiğini hele hele
21km-32km-35km'ler koşmam gerektiğini görünce oldukça şaşırdığımı
belirtmeliyim. Aslında ben bu 4 ay boyunca sürekli şaşırma
halindeymişim, yazıya dökünce fark ettim : )
alkol tüketimimi neredeyse sıfıra indirdim.
Gece hayatına hemen hemen tamamen son verdim.
Beslenmeme her zaman dikkat ederim, lakin antrenmanlar boyunca ağır programa vücudumun dayanabileceği şekilde beslenmeye çalıştım.
(ki bu beslenme konusu benim çok takıldığım bir nokta, az sonra göreceksiniz zaten)
Programa itaat(!) ederek koşulara devam ettikçe ilk başladığımda 5.8/6 arası olan pace'im oldukça kısa bir süre sonra 5.40-5.20 civarına 3,5 ay sonunda ise 4,26'ları gördüğüm günlere kadar hızlandı.
Gözle görülür elle tutulur (Nike+) ilerleme bana büyük motivasyon oldu.
(Bu arada Nike+ koşu aplikasyonu telefonda internet yokken de GPS üzerinden tıkır tıkır çalışıyor. Test edildi. Onaylandı:) )
Programa itaat(!) ederek koşulara devam ettikçe ilk başladığımda 5.8/6 arası olan pace'im oldukça kısa bir süre sonra 5.40-5.20 civarına 3,5 ay sonunda ise 4,26'ları gördüğüm günlere kadar hızlandı.
Gözle görülür elle tutulur (Nike+) ilerleme bana büyük motivasyon oldu.
(Bu arada Nike+ koşu aplikasyonu telefonda internet yokken de GPS üzerinden tıkır tıkır çalışıyor. Test edildi. Onaylandı:) )
OLASI SAKATLIKLARIN ÖNÜNE GEÇMEK İÇİN
Hergün gitmem gereken bir ofis olduğundan mütevellit ayaklarımı olası bir sakatlığa karşı sağlama almak zorundaydım. Çok renkli bol özellikli çılgın bir koşu ayakkabısı edinirsem olur herhalde diye düşündüm. Maraton macerasına atılmadan birkaç ay önce düzenli koşmaya başlamış olduğumdan halihazırda çok memnun olduğum NB 993'lerim vardı. Ne olur ne olmaz milletin bir bildiği vardır diyerekten Asics (özellikle ismi harry potter'da ki süpürge oyununa benzeyen nimbus ya da öyle bir şey olanını), New Balance ve araştırırken öğrendiğim Saucony markasının favori modellerinin özelliklerini çok anlıyormuşcasına:) kendi aralarında karşılaştırdım, pek bir şey ifade etmeyince kullanıcı yorumlarını okudum. Tabii ki iyice aklım karıştı. Bazıları çok memnunken, kimileri demediğini bırakmıyordu. En iyisi kendim test etmeliyim diye düşündüm. Saucony için Ortaköy'e gitmeye üşendim fakat Decathlon'a gittiğimde hem Asics'leri hem de NB modellerini denedim ve 'tamam budur' diyemedim. Hiçbiri 993'lerde hissettiğim kadar esnek, stabil ve yumoş hissettirmedi. Hatta baya rahatsız oldum öne doğru eğimli olmalarından... Kesin bende bir sorun var diyerekten Bağdat caddesindeki NB mağazasını aradım. Şansıma konuya oldukça hakim bir çalışan çıktı telefona. İlk defa maraton koşacağımı, tecrübesiz olduğumu, normalde 993 kullandığımı fakat özellikle koşu ayakkabısına geçip geçmemek konusunda tereddüt yaşadığımı anlatınca; önce bana koşu ayakkabılarının özelliklerini, farklarını anlattı, daha sonra 'Maraton koşan elit atletler kadar tüy siklet değilseniz özel koşu ayakkabıları uzun mesafelerde ayağınızı sakatlamaya daha müsaittir. 993'le maraton koşan ve çok memnun olan müşterilerimiz var. Eğer bugüne kadar bir sorun yaşamadıysanız bence devam edin aynı seriye' deyince içime su serpildi ve 993'lerimle devam ettim ve bugüne kadar da hiçbir sorun yaşamadım.
Sakatlanmaya karşı önlem almanın doğru ayakkabıyı bulmakla kalmadığını yine bizzat yaşayıp deneyimleyerek öğrendim. Sabah koşucusu olduğum için uyandıktan hemen sonra hazırlanıp parkura çıkıyordum. Bir buçuk ay kadar sonra merdiven çıkarken ya da uzun süre oturduktan sonra ayağa kalktığımda dizlerimde önce ara ara sonra artık kanıksamaya başladığım sıklıkta ve bu yüzden beni korkutan hafif bir ağrı hissetmeye başladım. Profesyonel sporcu olan bir arkadaşımın korkunç menisküs hikayesini bildiğim için hemen neden kaynaklı olabileceğini araştırdım.Yine biraz gecikmeli (ve neyse ki hasarsız atlatmış olduğum) bir şekilde öğrendim ki antrenman öncesi ve sonrası mutlaka ısınma & esneme yapmak gerekiyormuş. :)
İşte o günden sonra koşu öncesi ısındığımı hissedecek kadar eliptikte pedal çevirdikten sonra (5-10dk) özellikle diz ağrısı için araştırıp bulduğum 2 esneme hareketini (foto: hareketler/her bacak için 30sn) yapıp öyle çıktım koşulara. Aynı şekilde dönüşlerde de 5-10dk kadar esneme yapınca lanet diz ağrıları kısa sürede ortadan kayboldu. :)Yine bu araştırmalarım sırasında öğrendim ki; koşu dışında mutlaka dizlere yüklenmeyen darbesiz ikinci bir egzersiz yapıp, kasları eşit oranda güçlü tutmak gerekiyormuş. Bisiklet ve yüzmek bunun için en iyi tercih, yürüyüş ise yine kabul edilir, işe yarar seçeneklerdenmiş.
Gerçi maraton programında haftada sadece bir off gün varken hangi arada hem yüzücem hem bisiklete binicem anlayamadım (zaten bisikletim arızalıydı!) ama Ekim'in üçüncü haftasına kadar haftasonları off günlerimde (veya kısa mesafe koşu sonrası) keyif aldığım derecede yüzebildiğim kadar yüzdüm ya da üst bacak kaslarımı güçlendirmek için bisiklete biner modda 30-40 dk evde eliptikte çalıştım.
5K&21K
Antrenmanlarda mesafelerin artmaya başlaması (ve sıcakların da iyice bastırmasıyla) yaptığım yanlışları vücudumun verdiği tepkilerle birebir deneyimleyerek öğreniyordum.
Örneğin ilk iki ay sabah uyandıktan hemen sonra yaptım koşularımı. İlk 21k'yı boş mideyle zorlanmadan tamamladıktan sonra aç karnına ağır antrenman yapılmaması gerektiğini okudum bir yerlerde.
Örneğin ilk iki ay sabah uyandıktan hemen sonra yaptım koşularımı. İlk 21k'yı boş mideyle zorlanmadan tamamladıktan sonra aç karnına ağır antrenman yapılmaması gerektiğini okudum bir yerlerde.
İlk 24k koştuğumda ise (Ağustos ayında olmalı) evden çıkmadan azıcık da olsa bir şeyler atıştırmıştım işi şansa bırakmamak için, fakat bu sefer içmem gereken suyu dikkatli ayarlamam gerektiğini bilmediğim ve koşu sırasında çok fazla su tükettiğim için sonrasında nabzımda bir düzensizlik ve bünyede fark edilir bir halsizlik yaşadım. Aşırı su tüketiminin fazla terlemeye ve dolayısıyla tehlikeli sonuçlara sebep olduğunu, sistemi oldukça kötü etkilediğini hatta durumun ölümle bile sonuçlanabileceğini bu sayede öğrenmiş oldum. Suyu ayarlama işi öylesine önemliydi ki az içersen dehidrasyon, çok içersen tehlikeli tuz kaybı ve beraberinde korkunç sonuçlar... İnce ayar çekmek gerekiyor kısaca : )
***
İnternetten bulduğum programa elimden geldiğince sadık kalmaya çalıştım. Koşmam gereken mesafelerden sadece 3 tanesini yapamadım maratona hazırlık sürecinde.
Birincisi Eylül ayında bir 24 km’ydi. Önceki akşam masum bir taxim kaçamağı yapınca ertesi gün 18.km’de kötü oldum, bıraktım.
İkincisi 16 Eylül New Balance Ankara Eymir Gölü yarı maratonunun olduğu gündü.
32km koşmam gerekiyordu programa göre. Fakat Amsterdam öncesi nasıl oluyormuş organizasyon içerisinde bulunmak, yarışa katılmak vs. bir fikrim olsun diye Ankara'ya gittim:)
Sürekli maraton ile ilgili bir şeyler okuyup bu ayrıntıları gözden kaçırmam ayrı bir başarı olsa da Eymir'deki atmosferin verdiği heyecan ve mutluluğu birinci olmuşumçasına poz vermemden anlayabilirsiniz: )
Üçüncü kez program dışına çıkmam ise Eymir’den sonra bu sefer tam anlamıyla gerilla şekilde katıldığım nike bağdat caddesi 5k yarışı oldu. Yarış günü programa göre off günümdü fakat parkur evime çok yakın olunca dayanamadım ve yarıştan önceki gün suadiye nike’ı aradım numara almak için. Yetkili bana ellerinde hiç numara kalmadığını 6000 kontejyanın dolduğunu söylerken ben bir kez daha şaşırıyordum : )
Ertesi
sabah numaram olmadığı için aklımda yarışa katılmak yoktu, fakat bütün yaz öldürücü sıcaklara
kalmamak adına, gün ağarırken evden çıkmaya alıştığım için yine erken
uyanıp bir iki işimi hallettikten sonra saatin hala 9:10 olduğunu
görünce 'Muhtemelen vardığımda başlamış olacak yarışa arkadan katılırım hem filmlerdeki gibi romantik bir sahne olur hem de boş caddenin tadını çıkarırım' diye düşünerek apar topar
evden çıktım ve Caddebostan sahilden koşarak Bostancı'ya gittim, fakat vardığımda yarışın geç başlayacağını öğrendim ki hiç hoş
olmadı.
3,5 km koşarak geldiğimden çoktan ısınmış ve ter içinde kalmıştım. Soğumamak için bir yarım saat de ara sokaklarda turladım, fakat enerjim ve konsantrasyonum dağıldı ve haliyle organizasyon fiyaskosu yüzünden pace olarak değil fakat dayanılıklılık açısından düşündüğümden kötü bir performans çıkardım. Ama her şeye rağmen bomboş caddede koşmak pek keyifliydi.
Maratona hazırlık programına sadık kalmak gerekiyor. Özellikle sonlara yaklaştıkça... Nike koşusunun olduğu gün dinlenmem gerekiyordu ama '5k nolucak canım' diyerek çıktım evden.
Fakat 3-4 aydır devam eden antrenmanlar sonucu vücut inanın o tek günlük dinlenmeye muhtaç hale geliyormuş. Zira birkaç defa 21-24k ve iki defa 32k koşmuşken o gün 5k'yı koşarken sonlara doğru ilk defa zorlandığımı hissettim.
Bu arada yarışta koşarken Sinan’ı
gördüm; koşarken el sıkışarak Tufoder’e çok uygun bir şekilde tanışmış olduk: )
***
Maratona son
iki hafta kaldığında sinirlerim bozulmaya başladı biraz : ) Arada
süper bıktığım zamanlarda oluyordu fakat her koşudan sonra hissettiğim
mutluluk bir sonraki bezme anında durmamın önüne geçiyordu. Okuduklarımdan insanların yazdıkları
kadar detaylı hazırlanmadığımı düşündüğüm anlar oluyordu. Ayakkabı
seçimleri üzerine sayfalarca yazılan yazıları gördükçe 'Bende mi bir
sorun var yoksa?' diye düşünmedim değil. NB 993(usa)’le koşuyorum ve o
kadar memnunum ki Eymir’den hemen önce ilk çiftim kilometresini
doldurduğu için ikinci çiftimi aldım. Maraton ayakkabılarına göre daha
günlük kullanımlık sayılırlar, fakat bu onlarla koştuğum yaklaşık
1100-1200 km’de bir kere bile ayakta bilekte burkulma, parmaklarda şişme
kanama vs. yaşamadığım gerçeğini değiştirmiyor.
I love my 993s !
BESLENME
Maratona iyice yaklaşırken kafamı en çok kurcalayan konu yarış öncesi ve sırasında nasıl beslenmem gerektiği idi. Mide ve bağırsakları her daim hassas bir insan olarak yanlış bir şeyler yiyip maraton sırasında patlamaktan endişe ediyordum. Powerade bile üzerine su içtiğim zaman beni mahvederken yarış sırasında nasıl izotonik ve suyu beraber içicem peki diye kara kara düşünüyordum.
Bununla
ilgili o kadar farklı yazılmış şeyler var ki nihayetinde kendi beslenme
alışkanlığımı en az zorlayacak, fakat maksimum enerji verecek şekilde
bir orta yol bulmaya çalıştım.
Birçok
yazıda bahsi geçen enerji jelini maratondan önce bir kez
kullandım. GNC’de kafein içermeyen tek bir marka vardı. Onu aldım. Programda ilk ve tek olan 35km’yi koştuğumda jelin yarısını 15km’de diğer
yarısını da 25km’de aldım. Mideme dokunmadı, fakat dişlerim çok hassaslaştı...
Biraz da genel beslenme şeklimi anlatmak istiyorum.
Son bir ay antrenman koşularına çıkmadan hemen önce bir avuç
fındık yemeyi alışkanlık haline getirdim. Fındık inanılmaz bir enerji
sağlıyor vücuda.
Dalgınlığıma gelip bir hafta kadar fındık yemeyi
unuttuğumda ‘Neden bu kadar çabuk yorulmaya başladım ben?’ diye
sorduğumu fark ettim kendi kendime.
Fındık, badem ve ceviz. Bu üçünü 3.5 ayda bol bol tükettim. Yani gün içerisinde hepsinden iki üç avuç olucak şekilde yemişimdir. Zaten çok lezizler, bir de üzerine harika enerji veriyorlar. Ayrıca her sabah koşu sonrası mutlaka günlük sütle bir adet muzu karıştırıp içtim ki bu da vüducun ihtiyacı olan potasyumu baya bir karşılıyor sanırım.
Bunların dışında bol bol süt peynir, lifli gıdalar ve hemen her sabah yumurta tüketmeye dikkat ettim. Yoğun koşu antrenmanı yapan kişilerin zaten yüksek miktarda kalsiyum almaları gerekiyormuş. Ayrıca haşlanmış barbunya fasulyesine de son bir buçuk ay menümde sıkça yer verdim. Gaz yapar vs. diye endişelenmeyin. Doğru şekilde haşlandığında ve düzenli tüketildiğinde benimki gibi hassas bünyeleri bile rahatsız etmeyecek şekilde alışıyor vücut fasulyeye...
Fındık, badem ve ceviz. Bu üçünü 3.5 ayda bol bol tükettim. Yani gün içerisinde hepsinden iki üç avuç olucak şekilde yemişimdir. Zaten çok lezizler, bir de üzerine harika enerji veriyorlar. Ayrıca her sabah koşu sonrası mutlaka günlük sütle bir adet muzu karıştırıp içtim ki bu da vüducun ihtiyacı olan potasyumu baya bir karşılıyor sanırım.
Bunların dışında bol bol süt peynir, lifli gıdalar ve hemen her sabah yumurta tüketmeye dikkat ettim. Yoğun koşu antrenmanı yapan kişilerin zaten yüksek miktarda kalsiyum almaları gerekiyormuş. Ayrıca haşlanmış barbunya fasulyesine de son bir buçuk ay menümde sıkça yer verdim. Gaz yapar vs. diye endişelenmeyin. Doğru şekilde haşlandığında ve düzenli tüketildiğinde benimki gibi hassas bünyeleri bile rahatsız etmeyecek şekilde alışıyor vücut fasulyeye...
Her yemeğin yanına da gitmez ki diye düşünmeyin. Kahvaltıda omletin yanına iki kaşık
koyuyordum mesela. Lif oranı yüksek olduğu için yavaş sindirilerek tok tutması, karbonhidrat açısından
zengin olduğu için enerji vermesi gibi oldukça faydalı özellikleri
var. Tabii bu kuru fasulye veya meksika fasulyeleri için de geçerli. Ben
barbunya sevdiğim için onu tercih ettim : ) Son olarak da hemen her gün çok sevdiğim meyve olan ananastan yedim ki sonradan öğrendiğime göre kas onaran sporcu dostu bir zatmış kendisi.
Daha önce de belirttiğim gibi en çok beslenme konusuna takıldım ben, çünkü maratona hazırlanmak gerçekten bünyeyi zorlayan, yoran bir süreç ve erkenden kalkıp deli gibi koşup sonra cbostandan maslak köyüne işe gidiyorsan güne devam edecek enerjiyi kendine yaratmak zorundasın. Bu da düzenli uyku ve mantıklı bir beslenme şeklinden geçiyor. Başka yolu ne yazık ki yok. En azından benim için : )
***
Yarışa 10 gün kala karbonhidrata ağırlık vermeye başladım.
Çok
nadir makarna tüketen biri olarak yaklaşan maraton paniğiyle son 3-4 gün neredeyse her öğün
makarna yemeye başladım. Son haftada resmen nefret ettim makarna vs. yemekten, onu da belirtmeden geçmek istemiyorum.
MARATON SABAHI
En
çok maraton sabahı kahvaltı işini nasıl yapıcam diye endişeleniyordum
çünkü yemek yiyip tekrar uyuma fikri hiç benlik değildi. Lakin öyle
olmuyormuş. Sabah 5'te kalkıp iki buçuk dilim süper lifli çavdar ekmeğine
tahin pekmez sürüp yedim.
Ha bir de havaalanında kestane püresi diye bir şey almıştım. Artık son hafta markette gördüğüm her şeyin besin değerlerine bakma obsesifliğini geliştirdiğim için kestane püresinin değerlerini görünce hemen attım çantaya. Bu arada her şeyin karbonhidrat değerine bakmamın sebebi şu: Okuduğum bloglardan birinde yazdığına göre 2009 Londra Maratonu sırasında yapılan bir araştırma sonucu, vücut ağırlığına göre kilogram başına 7 gramdan fazla karbonhidrat almış olanların, bu miktardan daha az alanlara göre maratonu %13,5 daha hızlı koştukları görülmüş. Benim amacım hızlı olmaktan çok 'duvara çarpma' denilen eşiği yaşamamaktı. Çünkü yazının devamında karbonhidrat yüklemesi yapan koşucuların duvarı yaşamadıklarını yazıyordu...
Ha bir de havaalanında kestane püresi diye bir şey almıştım. Artık son hafta markette gördüğüm her şeyin besin değerlerine bakma obsesifliğini geliştirdiğim için kestane püresinin değerlerini görünce hemen attım çantaya. Bu arada her şeyin karbonhidrat değerine bakmamın sebebi şu: Okuduğum bloglardan birinde yazdığına göre 2009 Londra Maratonu sırasında yapılan bir araştırma sonucu, vücut ağırlığına göre kilogram başına 7 gramdan fazla karbonhidrat almış olanların, bu miktardan daha az alanlara göre maratonu %13,5 daha hızlı koştukları görülmüş. Benim amacım hızlı olmaktan çok 'duvara çarpma' denilen eşiği yaşamamaktı. Çünkü yazının devamında karbonhidrat yüklemesi yapan koşucuların duvarı yaşamadıklarını yazıyordu...
Hesapladığım zaman, almam gereken karbonhidrat miktarı benim için mümkün olmayacak kadar çok
yemek yememi gerektirdiğinden karbonhidrat içeriği yüksek ne varsa yiyebildiğim kadar
yerim artık napiyim diyerekten kestane püresi gibi normalde alakam
olmayacak şeylere bakar olmuştum: )
Neyse
maraton sabahı 5te kalkıp yukarıda gördüğünüz Koska'nın tahin pekmez karışımından bol bol sürdüğüm kocaman 2,5 dilim çavdar ekmeği
ve dayanabildiğim kadar kestane püresi, bir adet muz ve AA izotonik içecekten hüpletip tekrar yattım. (ne kahvaltı ama!!!)
2 saat
sonra uyandığımda korktuğum gibi bir sindirim problemi yaşamadım. Bu
arada maraton fuarında maratona resmi sponsor olan powerade türevi AA
marka izotonik içeceğin konsantresinden almıştım. Expo günü suyla karıştırıp
sık sık ondan içtim. Maraton sabahı da son 10dk’ya kadar yine aynı
içecekten içtim. Biricik Nathan bel çantamdaki 4 küçük matarama da yine
aynı sıvıdan koydum.(Neyse ki AA içeceğiyle powerade ve suyu karıştırdığım zaman yaşadığım sıkıntı olmadı.) Uzun koşuda sürtünme sonucu derinin tahriş olmasını önleyen sporcu kreminden gerekli noktalara bol bol sürdüm (ki bence bunu es geçmeyin, bu kadar uzun süren bir hareketlilik halinde koltuk altlarınız vs. sağlam tahriş olabiliyor).
Kıyafetlerimi, ayakkabılarımı giydim. Tam numaramı tişörtüme iğneleyecektim ki expo'da verdikleri zarfın içinde iğne olmadığını bir şaşkın olduğum için o an (mörfiii) fark ettim!. Neyse ki dışarıdan bizimle aynı otelde kalan ve maratonda koşacak olan Fransızlar'ın sesini duydum. 'Nasıl bunu şu an fark etmiş olabilir ki????' bakışları altında yedek iğnelerinden verdiler. Teşekkür ediyorum onlara :)
Bu işi de hallettikten sonra artık hazırdım nihayet!
Derin bir nefes aldım veee otelden ayrıldık : )
Kıyafetlerimi, ayakkabılarımı giydim. Tam numaramı tişörtüme iğneleyecektim ki expo'da verdikleri zarfın içinde iğne olmadığını bir şaşkın olduğum için o an (mörfiii) fark ettim!. Neyse ki dışarıdan bizimle aynı otelde kalan ve maratonda koşacak olan Fransızlar'ın sesini duydum. 'Nasıl bunu şu an fark etmiş olabilir ki????' bakışları altında yedek iğnelerinden verdiler. Teşekkür ediyorum onlara :)
Bu işi de hallettikten sonra artık hazırdım nihayet!
Derin bir nefes aldım veee otelden ayrıldık : )
Maratonun başlamasına dakikalar kala...
Hava o kadar soğuktu ki içeri gireceğim son 15 dk ya kadar rüzgarlığımla mı koşsam yoksa çıkarsam mı karar veremedim. En sonunda rüzgarlığın ısındıktan sonra rahatsız edeceğine karar verip çıkardım ve arkadaşıma teslim ettim. Metin adımlarla ve üşüyen vücudumla stadyuma giren kalabalığa karıştım: )
Atmosfer
gerçekten inanılmazdı. Tarihi olimpiyat stadyumunda gri gökyüzünün altında 40 bin kişiyle beraber dakikaları sayarken tribünlerden gelen tezahürat seslerine hepimizin bildiği inanılmaz şarkı --havaya girmek için tıklayın ve dinleyin bence şuan:)-- karıştığı zaman ben artık bir film karesindeydim : ) Gözlerim doldu hemen... Fakat tuttum kendimi... Hava o kadar soğuktu ki ağlarsam sümüklerim donar diye korktum.
Starta 7-8 dk kala bir paket jel açıp hüplettim. Sanki hava gittikçe daha soğuyordu ve dakikalar bir türlü geçmek bilmiyordu... Evet dakikalar
geçmiyordu, ben çok üşüyordum ve üşüdükçe çişim geliyordu. (mörfi!!)
Start
silahı patladığında kara kara bu çiş olayını ne yapacağımı
düşünüyordum. Rota üzerinde ara ara portatif tuvalet olacağını tahmin
ediyordum, fakat koşu sırasında durup tuvalete girme fikri motivasyonum ve
hızlanmış bacaklarımı ısınmışken durdurup sonra tekrar devam etmeye zorlama açısından hiç cazip gelmiyordu. Ama dolu mesaneyle de koşamazdım 42k…
Eyvah
napıcam!!!! paniği dalga dalga yayılırken sağ tarafta konuşlanmış 3
portatif tuvalet ve önünde kadınların oluşturduğu kuyruğu gördüm.
Bu
arada benim pace’ime (4.30) doğru hareketlenme başlamıştı. Stat yavaştan
akıyordu Amsterdam'a…ve nihayet start çizgisinden geçmeden bu işi halletmeye
karar verdim. Ya şimdi ya hiç diyerek tuvalet sırasına girdim : ) Bence murphy beni gerçekten seviyor… Zira müzik fest.lerdeki tuvalet sırası bile bu kadar
sürmemiştir herhalde. Öyle ki bazı kadınlar beklemeye dayanamayıp ortalık yerde
işlerini gördüler!! Takdir ettim medeni cesaretlerini: ) Ve nihayet ben
sıramı savıp koşmaya başladığımda stadyumda koşan kimse kalmamıştı!! Seyircilerse neredeyse tamamen boşaltmıştı tribünleri!!!
Allahım neredeydi sadece 12
dk önceki o ihtişamlı atmosfer????
Koca statta bir grup çişli kalmıştık:
)
İnanın hiç hayal ettiğim gibi başlamadı benim için maraton… Ama durum o kadar trajikomikti ki moralim de bozulmadı güldüm kendime:)
Neyse
startın altından geçtikten sonra her şey daha güzel gelmeye başladı pek tabii.
Arkadaşlarımın beni
bekleyip uzun süre ortalıkta gözükmememden ötürü (!) herhalde gözden kaçırdık diyerek gitmeleri yüzünden tanıdık
tezahüratlarla başlamamış olsam da mevcut seyirciler biz çişlilere
sağolsunlar alkışlarıyla destek oldular, çok teşekkür ediyorum onlara buradan: )
Gelelim maratona…
Parkur o kadar güzeldi ki inanılmaz motive etti beni… Özellikle Amstel River kısmında manzara tablo gibi olduğu için resmen yüzümde kocaman bir gülümsemeyle koştum. Parkur düz olduğu için şurada çıkarken zorlandım vs. gibi bir şey söylemem. Sadece bitişe yakın bir köprünün altından geçerken burnuma buram buram esrar kokusu geldiğinde midem şöyyyle bir döndü o kadar. :)
Her
10km’de bir paket jel tükettim.Sıvı alımına gelince; mataralarımdan bir tanesi maraton
bittiğinde full duruyordu. Zaten tuvalet kargaşasında yepisyeni
mataralarımdan biri düşmüş 10.km’de
fark ettim üzüldüm. :( Neyse yarış boyunca iki matara içtim sonuç olarak. İstanbul'un Temmuz-Ağustos sıcaklarında koştuktan sonra Amsterdam sonbaharında her 2km’de bir
ağzımı ıslatacak kadar sıvı içmek ve istasyonlarda verilenlerden almak bana yetti.
Su ve izotonik içecek istasyonlarında
ikisinden birini mutlaka aldım. Sonuncu istasyonda ikisini birden almış olabilirim:)
Sadece ilk istasyonu pas geçtim. Kaçıncı km’lerde olduğundan emin değilim fakat galiba ilki 20km’den sonraydı, muz veriyorlardı. İki küçük parça muz attım ağzıma. Bunu bir kez daha yaptım o da 35km’de filandı herhalde. Koşarken yemek veya bardaktan bir şey içmek problemli oluyor ama durmak daha zor geliyor bana. Allahtan istasyon sırasında hiç fotoğrafım çekilmemiş, ağzından kukiler saçılan kurabiye canavarı gibi görüntüler arz etmiş olabilirim zira: )
Sadece ilk istasyonu pas geçtim. Kaçıncı km’lerde olduğundan emin değilim fakat galiba ilki 20km’den sonraydı, muz veriyorlardı. İki küçük parça muz attım ağzıma. Bunu bir kez daha yaptım o da 35km’de filandı herhalde. Koşarken yemek veya bardaktan bir şey içmek problemli oluyor ama durmak daha zor geliyor bana. Allahtan istasyon sırasında hiç fotoğrafım çekilmemiş, ağzından kukiler saçılan kurabiye canavarı gibi görüntüler arz etmiş olabilirim zira: )
İlk
20km’yi süper rahat koştum. Artık atmosferin etkisi mi yoksa kaç gündür
yediğim makarnaların verdiği enerji mi bilmiyorum ama stattan son
çıkanlardan olmama rağmen 15.km
de filandı galiba kendi pace’imi kendime şaşırarak geçtim. 35km’ye kadar hemen hemen oldukça rahat
koştum. 35km civarı sol dizimde ufak bir sızı hissettim. Adımlarımı iyice
kısaltıp dizlerimi kırarak koştum.Ve bir süre sonra sızı
geçti. 37-38km’den sonrası daha zorlayıcıydı.
Sol kalçamda
bir sızı oldu ama artık yapacak bir şey yoktu. O noktaya kadar bile çok
rahat gelmiş olmam süperdi ve sızıların belirmesi beklediğim bir sonuçtu. İlk seferinde olduğu gibi koşu stilimde daha önceki uzun koşu
antrenmanlarımda deneyimlediğim kendimce işime yarayan küçük
düzeltmelerle olabildiğince hafifletmeye çalıştım hissettiğim
sızıyı. Bacaklara yüklenerek değil kalçadan iterek devam ettim. Nitekim işe yaradı. Tabii şu da var; istediğin kadar
hafifletmeye çalış ya da geçir artık 40km koşmuşsun ve BİTİKSİN: )
Bunu unutma ve moral bozma! : )
***
Bana ennnn bitmek bilmeyen kısım 40km’den sonrası geldi.
Sanki bir saat sürdü. Bir ara yoksa finishi stadyumda yapmaktan vaz mı caydılar diye bile düşündüm ciddi ciddi... Stadyumdan önceki son durak olan parka girdiğimizde tezahüratlardan alkışlardan o kadar duygulandım ki anında burnum tıkandı ve boğazıma bir yumru oturdu. Maratonda o son km'lerde vücut tükendiği için mi, yoksa bir mücadelenin sonuna geldiğimden mi bilmiyorum ama çok acayip bir duygusal moda geçiyormuşsun... Gözyaşı dökme isteği bünyemi dört bir yandan sardı, fakat hayır!! ağlarsam devam edemezdim kesinlikle, çünkü nefes alamayacaktım burnum tıkandığı
için. Zaten son km'lerde zor nefes alır olmuştum... Hemen müziğin sesini açtım; sevgili kulaklıklarım beni kurtardı : )
Acayip bir duygu gerçekten… Bir mücadeleyi kazanıyorsun ama kime karşı neye karşı ve neden? : )
***
Arkadaşlarım
4,5 saat civarı bitireceğimi tahmin ettikleri için, stat kapısında
sohbet muhabbet modunda olduklarından, benim önlerinden koşarak geçtiğimi
görmemişler. Ben de o halde onları görecek değildim tabii ki. Çok ayrı bir
kafaya geçiyorsun 30km’den sonra. Dünyadasın ama değilsin gibi. Yani
koşunca anlayacaksınız… Neyse madalyamı aldım ama donuyorum. Stattan
çıktım, ortalık ana baba günü. Telefonlar çekmiyor.
15-20
dk kadar arkadaşlarıma ulaşamadım. En nihayet sms’lerle ortak bir
noktada buluştuk.
Taksi
bulamadığımız için otele dönemediğimizden stat karşısındaki cafede
konuşlandık. Uzun koşu sonrası en iyi toparlayıcı çikolatalı süt olduğundan önce sütümü ardından keyif biramı hüpletirken nike+’a baktığım zaman 03:58 ile tamamlamış
olduğumu gördüm ve çokkk sevindim!!
Yarıştan önceki son günlerde maraton stresiyle okuduklarımdan etkilenip 5 saat üstüne çıkar mıyım acaba diye (kendi pace'ime göre) karamsar fikirlere kapılmıştım… 4
saat altını görünce artık ne hissettiğimi tahmin edersiniz…ve
tabii ki gün burada bitmedi. Cafedeki kutlama otelde küçük bir duş
molasından sonra sisli Pazar gecesini gündüze bağlayan saatlere kadar devam
etti. Doğru düzgün bir şey yemeden sadece birkaç malt bira tüketerek o geceyi
keyifle sonlandırdığıma ve sabah 4'te otele yürüyerek dönebildiğime göre ya ben mutantım ve özel güçlerim var ya da biranın
gerçekten sağlam bir karbonhidrat deposu olduğunu kabul etmeliyiz. Tabii benim gibi yapmayın siz gidip evde yatın
dinlenin güzel güzel beslenin: )
Hal böyle olunca koşularıma eşlik edecek doğru ve leziz bir playlist hazırlamam şarttı.
Uzun bir süre antrenmanlarda Jamiroquai ağırlıklı olmak üzere yakın tempoda şarkılarla koştum.
Fakat düzenli antrenmanın sonuç vermesiyle pace'im artmaya başladı ve brz daha hızlı bu tatta ritmlere kaymaya başladım. Bunların yanında klasik müzik, indie kimi zamansa hiçbir şey dinlemeyerek koştum. Bir süre sonra fark ettim ki koşarken en iyi konsantre olduğum müzik ritmi düzenli olarak devam eden şarkılardı. İnişli çıkışlı (klasik m. hariç) ve özellikle sözlü şarkılar duygusal olarak anında havasına girdiğim için ritmimi düzensiz şekilde etkiliyordu. Maratonda ise kalabalık playlistime rağmen çok enteresan bir şekilde sadece 3 şarkıyla koştum. %70'ini yarıştan birkaç gün önce yeni bir şeyler ekleyeyim de maratonda koşarken sıkılmayayım diyerek son anda öylesine youtube'dan bulduğum toca's miracle ile koştum. Alelacele dinlediğimde öylesine koşuya uygun tempolu bir şarkı işte gibi gelmişti ama maratonda ritmime ve mizansene cuk oturdu. O kadar ki koşarken 'nerden çıktı çok iyiymiş' diye düşündüm:)
Son zamanlarda antrenmanlarda da start ve ısınana kadar kullandığım M.Attack şarkısını maratonda yine aynı sıralamada ve bir de yavaşlamam gerektiğini hissettiğim zamanlarda dinledim. Son olarak da maratona 2,5 hafta kala yine nette koşmak için ideal şarkı aranırken ingiliz bir amatör koşucunun tavsiye ettiği (ve yarışa kadar her sabah repeat 1 modunda çok çok severek dinleyip koştuğum) Leaving planet earth şarkısını güç kaybına uğradığımı hissettiğim noktalarda playledim.
Amsterdam'da koşarken son 2-3 km'de artık şarkıyla uğraşacak halim kalmamıştı. Sağ elimi sol koluma götürüp bir de ekranda doğru noktalara dokunamayacak kadar uçmuş vaziyetteydim. Finish'ten geçerken ne çalıyordu kulaklarımda. Hatırlamıyorum:)
After Marathon
Maraton üstüne bir de sabahlayınca ertesi gün biraz (!) bitkindim doğal olarak: ) Şaşkın olduğum için yanıma aldığım ilaç edevat hep maraton öncesi olabilecek durumlara karşı alınmış şeylerdi. Ertesi gün özellikle merdiven inerken ve çıkarken çok zorlandım, fakat vücudum kadar zihnim de bitmiş olacak ki bir eczaneye uğramayı düşünemedim.
İşin kötüsü ben merdiven inip çıkmakta oldukça zorlanırken, Salı günü metro şehri Paris’e geçecektik. Pazartesi'yi brz yürüyerek brz dinlenerek geçirdikten sonra nihayet Salı günü Paris’e vardığımızda eczaneden ben-gay tarzı bir krem almayı başardım. Akşam yatarken bacaklarıma bol bol sürüp deli gibi yanarak uyudum veeee ertesi sabah hiçbir ağrı sızı kalmamıştı bacaklarımda.
Yani siz siz olun maratondan sonra bacaklarınıza bir şeyler sürmeyi ihmal etmeyin. Ayrıca eklemek istediğim son bir şey, yarış sırasında tükettiğim jellerin dişlerimi gerçekten mahvettiği... 3 gün kadar doğru düzgün katı yiyecek ısıramadım, çiğneyemedim... Acayip bir his oluşturuyor bu aşırı yapay şekerli şeyler dişlerimde...
Tekrar koşmaya ise dün başladım. Kaslarım daha tam iyileşmemiş sanırım, pace'im fena değil, fakat ben çok enerjik ve hızlı hissetmiyorum henüz. Zorlamadan yavaş yavaş çalışarak Avrasya'ya kadar kendime geleceğimi umuyorum : )
******
Son olarak The Spirit Of Marathon belgeselini izlerken duyduğum ve acaba gerçekten öyle mi diye düşündüğüm Çek atlet Emil Zapotek'in yaşayarak doğruladığım sözüyle bitirmek istiyorum.
Maraton Playlist
Benim için hayatımın en birinci vazgeçilmez keyif verici hadisesi 'müzik'.Hal böyle olunca koşularıma eşlik edecek doğru ve leziz bir playlist hazırlamam şarttı.
Uzun bir süre antrenmanlarda Jamiroquai ağırlıklı olmak üzere yakın tempoda şarkılarla koştum.
Fakat düzenli antrenmanın sonuç vermesiyle pace'im artmaya başladı ve brz daha hızlı bu tatta ritmlere kaymaya başladım. Bunların yanında klasik müzik, indie kimi zamansa hiçbir şey dinlemeyerek koştum. Bir süre sonra fark ettim ki koşarken en iyi konsantre olduğum müzik ritmi düzenli olarak devam eden şarkılardı. İnişli çıkışlı (klasik m. hariç) ve özellikle sözlü şarkılar duygusal olarak anında havasına girdiğim için ritmimi düzensiz şekilde etkiliyordu. Maratonda ise kalabalık playlistime rağmen çok enteresan bir şekilde sadece 3 şarkıyla koştum. %70'ini yarıştan birkaç gün önce yeni bir şeyler ekleyeyim de maratonda koşarken sıkılmayayım diyerek son anda öylesine youtube'dan bulduğum toca's miracle ile koştum. Alelacele dinlediğimde öylesine koşuya uygun tempolu bir şarkı işte gibi gelmişti ama maratonda ritmime ve mizansene cuk oturdu. O kadar ki koşarken 'nerden çıktı çok iyiymiş' diye düşündüm:)
Son zamanlarda antrenmanlarda da start ve ısınana kadar kullandığım M.Attack şarkısını maratonda yine aynı sıralamada ve bir de yavaşlamam gerektiğini hissettiğim zamanlarda dinledim. Son olarak da maratona 2,5 hafta kala yine nette koşmak için ideal şarkı aranırken ingiliz bir amatör koşucunun tavsiye ettiği (ve yarışa kadar her sabah repeat 1 modunda çok çok severek dinleyip koştuğum) Leaving planet earth şarkısını güç kaybına uğradığımı hissettiğim noktalarda playledim.
Amsterdam'da koşarken son 2-3 km'de artık şarkıyla uğraşacak halim kalmamıştı. Sağ elimi sol koluma götürüp bir de ekranda doğru noktalara dokunamayacak kadar uçmuş vaziyetteydim. Finish'ten geçerken ne çalıyordu kulaklarımda. Hatırlamıyorum:)
After Marathon
Maraton üstüne bir de sabahlayınca ertesi gün biraz (!) bitkindim doğal olarak: ) Şaşkın olduğum için yanıma aldığım ilaç edevat hep maraton öncesi olabilecek durumlara karşı alınmış şeylerdi. Ertesi gün özellikle merdiven inerken ve çıkarken çok zorlandım, fakat vücudum kadar zihnim de bitmiş olacak ki bir eczaneye uğramayı düşünemedim.
İşin kötüsü ben merdiven inip çıkmakta oldukça zorlanırken, Salı günü metro şehri Paris’e geçecektik. Pazartesi'yi brz yürüyerek brz dinlenerek geçirdikten sonra nihayet Salı günü Paris’e vardığımızda eczaneden ben-gay tarzı bir krem almayı başardım. Akşam yatarken bacaklarıma bol bol sürüp deli gibi yanarak uyudum veeee ertesi sabah hiçbir ağrı sızı kalmamıştı bacaklarımda.
Yani siz siz olun maratondan sonra bacaklarınıza bir şeyler sürmeyi ihmal etmeyin. Ayrıca eklemek istediğim son bir şey, yarış sırasında tükettiğim jellerin dişlerimi gerçekten mahvettiği... 3 gün kadar doğru düzgün katı yiyecek ısıramadım, çiğneyemedim... Acayip bir his oluşturuyor bu aşırı yapay şekerli şeyler dişlerimde...
Tekrar koşmaya ise dün başladım. Kaslarım daha tam iyileşmemiş sanırım, pace'im fena değil, fakat ben çok enerjik ve hızlı hissetmiyorum henüz. Zorlamadan yavaş yavaş çalışarak Avrasya'ya kadar kendime geleceğimi umuyorum : )
******
Evet
saatlerdir yazıyorum. Çok uzun oldu, ama 3,5 ayı ancak bu şekilde
özetleyebilirdim.
Sonuçta bu benim gerçekten hiçbir fikrim olmadan giriştiğim bir işti ve yaşarken öğrendim deneyimledim her şeyi. Umarım işinize yarayacak şeyler bulmuşsunuzdur benim maceramda ve okurken uyuyakalmamışsınızdır tabii: )
Maraton koşmanın asıl zor olan kısmı; yarış gününde 42km tamamlamaktan çok, 4 ay boyunca fiziki/manevi taviz vermeden hayatınızı zor bir programa adapte ederek yaşamak diye düşünüyorum. En azından bende bu izlenimi bıraktı:)
Son olarak The Spirit Of Marathon belgeselini izlerken duyduğum ve acaba gerçekten öyle mi diye düşündüğüm Çek atlet Emil Zapotek'in yaşayarak doğruladığım sözüyle bitirmek istiyorum.
' If you want to run a mile, then run a mile. If you want to experience another life, run a marathon.'
Aklınıza takılan bir şey olursa mutlaka
sorun. Şimdi önümüzde Avrasya var ve bu sefer 15k koşacağım, assolist
sizsiniz ;) Şimdiden iyi şanslar. Güç sizinle olsun!!
Uzun zaman sonra gelen edit: Halen koşmaya devam ediyorum ve geçtğimiz 3.5 yıl içinde birçok koşuya katıldım. Hazırlanan arkadaşlara önerim yarış sırasında suluk taşımaya zahmet etmeyin. Hazırlanma sürecindeki uzun koşularda muhakkak olsun fakat yarışlarda gözlemlediğim kadarıyla su istasyonları gayet güzel konumlandırılıyor ve sizin üzerinizde taşıdığınız gereksiz bir yük olmaktan öteye gitmiyor. İlla taşıycam diyorsanız benim gibi komando stayla 4lü yerine ufak bişi alın bari:) Bunun dışında koşacağınız parkur üzerinde su ve gıda takviyesi istasyonlarının, wc'lerin hangi km'lerde olduğunu iyice öğrenin ve lütfen unutmayın ki maraton enasında olabilecek enerji tükenmesi veya susuzluk krizinde boşuna panik olmayın.
Herkese keyifli maratonlar dilerim:)
Labels:
21k,
42k,
amatör koşu,
Amterdam,
Avrasya,
Banu,
diz ağrısı,
enerji jeli,
esneme,
Eymir,
ilk maraton,
koşu,
marathon playlist,
maraton hazırlık,
New Balance,
nike+,
runistanbul,
TCS Amsterdam Marathon 2012
Subscribe to:
Posts (Atom)