Wednesday, October 31, 2012

Bir ' İlk Maratona Hazırlık ' Hikayesi-TCS Amsterdam 2012






Şimdi size maraton koşmanın ne olduğuna dair hiçbir fikri yokken, keyifli bir yaz tatili dönüşü ilk iş gününde ofiste daralmanın eşiğine gelip akabinde kendine kısa vadede gerçekleştirilebilecek yeni bir aksiyon rotası çizen ve bunu da ‘Koşmayı seviyorum o zaman maraton koşayım madem! Hem sonbaharda Amsterdam güzel olur oo yee’ diyerek bir tıkla maratona kaydolmuş olan bendenizin 3,5 ay süren 'hazırlanma & bitirme süreci'nin hikayesini anlatıciim.

Çayınızı kahvenizi alın gelin, zira uzun bir yazı olacak gibi görünüyor.

  

GİRİŞ

2011 Kasım'da sevgili kuçumla çıktığım akşam yürüyüşlerini uzatmaya başladım, çünkü güneşin çocuğu olarak kışı sevmiyorum ve temiz havaya üşümeyi göze alacak kadar ihtiyacım vardı. Soğuk havada dışarıda vakit geçirmenin düşündüğüm kadar bezdirici olmadığını, hatta tam tersi canlandırıcı olduğunu fark etmemle yürüyüşlerimizin süresi ve temposu da artmaya başladı. Öyle ki 3-4 ay kadar sonra 'Vino' bu kadar çok yürümekten bayıp patilerini sıkıca yere bastırarak Sen ne yapıcaksan yap ben eve gitmek istiyorum!’ bakışları atmaya başlayınca onu daha fazla kötü emellerime alet etmek istemedim ve akşamları onunla eski rutinimize dönerken sabahları kendime ayırarak Şubat-Mart gibi haftada 3-4 defa olacak şekilde oldukça hafif tempolu, kısa mesafe koşulara başladım.
 

GELİŞME

Havaların güzelleşmesi ve zamanla kondisyonumun artması ile koştuğum mesafeler de uzamaya başladı. İlk kez FB-Bostancı-C.bostan rotasını koştuğumda inanamadım kendime...


4-5 ayda bu şekilde keyfime göre koşmaya devam ederken etrafımdan gelen ‘ay nasıl koşuyosun öyle sabah sabah deli misin yaa’ sorularına ‘valla ben de bilmiyorum ki bu gidişle maraton koşucam heralde hehehe’ diye o zaman için kendimce de gayet gerçeklikten uzak geyik şekilde cevap veriyordum :)

Derken başlangıçta bahsettiğim yaz tatiline gittim. Fakat ne acıdır ki her güzel şeyin (hem de her yaz!) bir sonu var... İlk ofis günü sıkıntı basmaya başladığında (o an yapabileceğim en uç şeylerden biri olduğu ve bünyede heyecan silsilesi yarattığı için) kendimi 2012 Avrasya Maratonu'nun sayfasına bakarken buldum...

Lakin Avrasya Maratonu'na daha çok vardı, hem Kasım ayındaydı, Kasım'da üşümez miydim öyle köprülerden koşarken filan? Hemen bir google search yaptım yakın tarihli başka bir maraton bulmak için.
Paris ve Berlin kayıtları kapanmıştı. Amsterdam'da hala yer vardı, 'Olsundu Amsterdam’ı zaten çok seviyordum, bahane olurdu işte bir kez daha gitmek için...' diyerekten kaydımı yaptırdım.

Artık resmi bir maraton koşusu adayı (!) olduğuma göre maraton tam olarak neymiş, nasıl koşulurmuş brz bilgim olsun madem (!) diyerek tekrar Avrasya Maratonu'nun sayfasına döndüm. 'Neler yazıyormuş bakalım burada böyle hmmm' diye gözlerimi dört açmış okurken maraton koşmak için antrenman sitesi linki verildiğini görünce şaşırdım. ‘Aa koşuyorsun işte, ne hazırlanması ne programı?’ diye...
Bugün düşününce gerçekten çok naif geliyor o zamanki halim gözüme...

Gün boyunca yaptığım sörf sonucu okuduklarımdan kafam oldukça karışmış olarak döndüm eve, ‘Naaptım ben yaa!!’ diye...
Biraz sakinleşip aklımı başıma toplayınca daha önce hiç girmediğim sulara dalma fikri gizemli ve heyecan geldi. (Tabii bir de o kadar kayıt parası vermiştim, koşmazsam arkamdan ağlardı sonra. :)) Hedefim doğal olarak birinci olmak değil, sakin sakin koşunun tadını çıkararak mümkünse bitirebilmekti. Bitiremesem de anılarda güzel bir macera olurdu, son nefesimi verirken gözümün önünden geçerdi filan. :) 'Koşamazsam yürürüm; güzel şehir güzel rota en nihayetinde??' dedim ve kendime öylesine bir 42k hazırlanma programı buldum!!

(Meğer hazırlık programları da çeşit çeşitmiş sonradan öğrendim. :)
)

ANTRENMANLAR

Programda 4 ay boyunca haftanın 6 günü koşmam gerektiğini hele hele 21km-32km-35km'ler koşmam gerektiğini görünce oldukça şaşırdığımı belirtmeliyim. Aslında ben bu 4 ay boyunca sürekli şaşırma halindeymişim, yazıya dökünce fark ettim : )

Yarış tarihine 3,5 ay vardı ve bu yüzden programın son iki haftasını kendime göre düzenlerim, artık Ekim ayında diyerek antrenmanlara başladım. Koşmaktan bu kadar keyif almasam böyle bir disiplinin altına giremezdim sanırım. Zira bu süreç içerisinde hemen her gün koşacak gücü bulabilmek için

alkol tüketimimi neredeyse sıfıra indirdim.
Gece hayatına hemen hemen tamamen son verdim.
Beslenmeme her zaman dikkat ederim, lakin antrenmanlar boyunca ağır programa vücudumun dayanabileceği şekilde beslenmeye çalıştım.
(ki bu beslenme konusu benim çok takıldığım bir nokta, az sonra göreceksiniz zaten)

Programa itaat(!) ederek koşulara devam ettikçe ilk başladığımda 5.8/6 arası olan pace'im oldukça kısa bir süre sonra 5.40-5.20 civarına 3,5 ay sonunda ise 4,26'ları gördüğüm günlere kadar hızlandı.
Gözle görülür elle tutulur (Nike+) ilerleme bana büyük motivasyon oldu.  

(Bu arada Nike+ koşu aplikasyonu telefonda internet yokken de GPS üzerinden tıkır tıkır çalışıyor. Test edildi. Onaylandı:) )

OLASI SAKATLIKLARIN ÖNÜNE GEÇMEK İÇİN

Hergün gitmem gereken bir ofis olduğundan mütevellit ayaklarımı olası bir sakatlığa karşı sağlama almak zorundaydım. Çok renkli bol özellikli çılgın bir koşu ayakkabısı edinirsem olur herhalde diye düşündüm. Maraton macerasına atılmadan birkaç ay önce düzenli koşmaya başlamış olduğumdan halihazırda çok memnun olduğum NB 993'lerim vardı. Ne olur ne olmaz milletin bir bildiği vardır diyerekten Asics (özellikle ismi harry potter'da ki süpürge oyununa benzeyen nimbus ya da öyle bir şey olanını), New Balance ve araştırırken öğrendiğim Saucony markasının favori modellerinin özelliklerini çok anlıyormuşcasına:) kendi aralarında karşılaştırdım, pek bir şey ifade etmeyince kullanıcı yorumlarını okudum. Tabii ki iyice aklım karıştı. Bazıları çok memnunken, kimileri demediğini bırakmıyordu. En iyisi kendim test etmeliyim diye düşündüm. Saucony için Ortaköy'e gitmeye üşendim fakat Decathlon'a gittiğimde hem Asics'leri hem de NB modellerini denedim ve 'tamam budur' diyemedim. Hiçbiri 993'lerde hissettiğim kadar esnek, stabil ve yumoş hissettirmedi. Hatta baya rahatsız oldum öne doğru eğimli olmalarından... Kesin bende bir sorun var diyerekten Bağdat caddesindeki NB mağazasını aradım. Şansıma konuya oldukça hakim bir çalışan çıktı telefona. İlk defa maraton koşacağımı, tecrübesiz olduğumu, normalde 993 kullandığımı fakat özellikle koşu ayakkabısına geçip geçmemek konusunda tereddüt yaşadığımı anlatınca; önce bana koşu ayakkabılarının özelliklerini, farklarını anlattı, daha sonra 'Maraton koşan elit atletler kadar tüy siklet değilseniz özel koşu ayakkabıları uzun mesafelerde ayağınızı sakatlamaya daha müsaittir. 993'le maraton koşan ve çok memnun olan müşterilerimiz var. Eğer bugüne kadar bir sorun yaşamadıysanız bence devam edin aynı seriye' deyince içime su serpildi ve 993'lerimle devam ettim ve bugüne kadar da hiçbir sorun yaşamadım.

Sakatlanmaya karşı önlem almanın doğru ayakkabıyı bulmakla kalmadığını yine bizzat yaşayıp deneyimleyerek öğrendim. Sabah koşucusu olduğum için uyandıktan hemen sonra hazırlanıp parkura çıkıyordum. Bir buçuk ay kadar sonra merdiven çıkarken ya da uzun süre oturduktan sonra ayağa kalktığımda dizlerimde önce ara ara sonra artık kanıksamaya başlağım sıklıkta ve bu yüzden beni korkutan hafif bir ağrı hissetmeye başladım. Profesyonel sporcu olan bir arkadaşımın korkunç menisküs hikayesini bildiğim için hemen neden kaynaklı olabileceğini araştırdım.Yine biraz gecikmeli (ve neyse ki hasarsız atlatmış olduğum) bir şekilde öğrendim ki antrenman öncesi ve sonrası mutlaka ısınma & esneme yapmak gerekiyormuş. :)  

İşte o günden sonra koşu öncesi ısındığımı hissedecek kadar eliptikte pedal çevirdikten sonra (5-10dk) özellikle diz ağrısı için araştırıp bulduğum 2 esneme hareketini (foto: hareketler/her bacak için 30sn) yapıp öyle çıktım koşulara. Aynı şekilde dönüşlerde de 5-10dk kadar esneme yapınca lanet diz ağrıları kısa sürede ortadan kayboldu. :) 

Yine bu araştırmalarım sırasında öğrendim ki; koşu dışında mutlaka dizlere yüklenmeyen darbesiz ikinci bir egzersiz yapıp, kasları eşit oranda güçlü tutmak gerekiyormuş. Bisiklet ve yüzmek bunun için en iyi tercih, yürüyüş ise yine kabul edilir, işe yarar seçeneklerdenmiş. 

Gerçi maraton programında haftada sadece bir off gün varken hangi arada hem yüzücem hem bisiklete binicem anlayamadım (zaten bisikletim arızalıydı!) ama Ekim'in üçüncü haftasına kadar haftasonları off günlerimde (veya kısa mesafe koşu sonrası) keyif aldığım derecede yüzebildiğim kadar yüzdüm ya da üst bacak kaslarımı güçlendirmek için bisiklete biner modda 30-40 dk evde eliptikte çalıştım.

 


5K&21K

Antrenmanlarda mesafelerin artmaya başlaması (ve sıcakların da iyice bastırmasıyla) yaptığım yanlışları vücudumun verdiği tepkilerle birebir deneyimleyerek öğreniyordum.
Örneğin ilk iki ay sabah uyandıktan hemen sonra yaptım koşularımı. İlk 21k'yı boş mideyle zorlanmadan tamamladıktan sonra aç karnına ağır antrenman yapılmaması gerektiğini okudum bir yerlerde.

İlk 24k koştuğumda ise (Ağustos ayında olmalı) evden çıkmadan azıcık da olsa bir şeyler atıştırmıştım işi şansa bırakmamak için, fakat bu sefer içmem gereken suyu dikkatli ayarlamam gerektiğini bilmediğim ve koşu sırasında çok fazla su tükettiğim için sonrasında nabzımda bir düzensizlik ve bünyede fark edilir bir halsizlik yaşadım. Aşırı su tüketiminin fazla terlemeye ve dolayısıyla tehlikeli sonuçlara sebep olduğunu, sistemi oldukça kötü etkilediğini hatta durumun ölümle bile sonuçlanabileceğini bu sayede öğrenmiş oldum. Suyu ayarlama işi öylesine önemliydi ki az içersen dehidrasyon, çok içersen tehlikeli tuz kaybı ve beraberinde korkunç sonuçlar... İnce ayar çekmek gerekiyor kısaca : ) 

  

                                                                         *** 
 

İnternetten bulduğum programa elimden geldiğince sadık kalmaya çalıştım. Koşmam gereken mesafelerden sadece 3 tanesini yapamadım maratona hazırlık sürecinde.

Birincisi Eylül ayında bir 24 km’ydi. Önceki akşam masum bir taxim kaçamağı yapınca ertesi gün 18.km’de kötü oldum, bıraktım.


İkincisi 16 Eylül New Balance Ankara Eymir Gölü yarı maratonunun olduğu gündü.
32km koşmam gerekiyordu programa göre. Fakat Amsterdam öncesi nasıl oluyormuş organizasyon içerisinde bulunmak, yarışa katılmak vs. bir fikrim olsun diye Ankara'ya gittim:)

Eymir yarı maratonu maceramı da biliyorsunuz:) Bol mörfili ilk resmi(!) yarı maratonumdu fakat atmosfer ve sonuç güzeldi. Bu arada üzerimde bir çip taşımam gerektiğini yarış yetkilisi her şeyimi otelde unuttuğum için beni haşlayana kadar bilmiyordum bile : )


  

Sürekli maraton ile ilgili bir şeyler okuyup bu ayrıntıları gözden kaçırmam ayrı bir başarı olsa da Eymir'deki atmosferin verdiği heyecan ve mutluluğu birinci olmuşumçasına poz vermemden anlayabilirsiniz: )                                                                   


Üçüncü kez program dışına çıkmam ise Eymir’den sonra bu sefer tam anlamıyla gerilla şekilde katıldığım nike bağdat caddesi 5k yarışı oldu. Yarış günü programa göre off günümdü fakat parkur evime çok yakın olunca dayanamadım ve yarıştan önceki gün suadiye nike’ı aradım numara almak için. Yetkili bana ellerinde hiç numara kalmadığını 6000 kontejyanın dolduğunu söylerken ben bir kez daha şaşırıyordum : )

Ertesi sabah numaram olmadığı için aklımda yarışa katılmak yoktu, fakat bütün yaz öldürücü sıcaklara kalmamak adına, gün ağarırken evden çıkmaya alıştığım için yine erken uyanıp bir iki işimi hallettikten sonra saatin hala 9:10 olduğunu görünce 'Muhtemelen vardığımda başlamış olacak yarışa arkadan katılırım hem filmlerdeki gibi romantik bir sahne olur hem de boş caddenin tadını çıkarırım' diye düşünerek apar topar evden çıktım ve Caddebostan sahilden koşarak Bostancı'ya gittim, fakat vardığımda yarışın geç başlayacağını öğrendim ki hiç hoş olmadı.  

3,5 km koşarak geldiğimden çoktan ısınmış ve ter içinde kalmıştım. Soğumamak için bir yarım saat de ara sokaklarda turladım, fakat enerjim ve konsantrasyonum dağıldı ve haliyle organizasyon fiyaskosu yüzünden pace olarak değil fakat dayanılıklılık açısından düşündüğümden kötü bir performans çıkardım. Ama her şeye rağmen bomboş caddede koşmak pek keyifliydi.


Burada maratona hazırlanan arkadaşlar için söyleyebileceğim şey şu:

Maratona hazırlık programına sadık kalmak gerekiyor. Özellikle sonlara yaklaştıkça... Nike koşusunun olduğu gün dinlenmem gerekiyordu ama '5k nolucak canım' diyerek çıktım evden.
Fakat 3-4 aydır devam eden antrenmanlar sonucu vücut inanın o tek günlük dinlenmeye muhtaç hale geliyormuş. Zira birkaç defa 21-24k ve iki defa 32k koşmuşken o gün 5k'yı koşarken sonlara doğru ilk defa zorlandığımı hissettim.  

Bu arada yarışta koşarken Sinan’ı gördüm; koşarken el sıkışarak Tufoder’e çok uygun bir şekilde tanışmış olduk: )

                                                                         ***


Maratona son iki hafta kaldığında sinirlerim bozulmaya başladı biraz : ) Arada süper bıktığım zamanlarda oluyordu fakat her koşudan sonra hissettiğim mutluluk bir sonraki bezme anında durmamın önüne geçiyordu. Okuduklarımdan insanların yazdıkları kadar detaylı hazırlanmadığımı düşündüğüm anlar oluyordu. Ayakkabı seçimleri üzerine sayfalarca yazılan yazıları gördükçe 'Bende  mi bir sorun var yoksa?' diye düşünmedim değil. NB 993(usa)’le koşuyorum ve o kadar memnunum ki Eymir’den hemen önce ilk çiftim kilometresini doldurduğu için ikinci çiftimi aldım. Maraton ayakkabılarına göre daha günlük kullanımlık sayılırlar, fakat bu onlarla koştuğum yaklaşık 1100-1200 km’de bir kere bile ayakta bilekte burkulma, parmaklarda şişme kanama vs. yaşamadığım gerçeğini değiştirmiyor.                                                                                                                                                                          
                  
                                                             I love my 993s !         

 

BESLENME


Maratona iyice yaklaşırken kafamı en çok kurcalayan konu yarış öncesi ve sırasında nasıl beslenmem gerektiği idi. Mide ve bağırsakları her daim hassas bir insan olarak yanlış bir şeyler yiyip maraton sırasında patlamaktan endişe ediyordum. Powerade bile üzerine su içtiğim zaman beni mahvederken yarış sırasında nasıl izotonik ve suyu beraber içicem peki diye kara kara düşünüyordum.
Bununla ilgili o kadar farklı yazılmış şeyler var ki nihayetinde kendi beslenme alışkanlığımı en az zorlayacak, fakat maksimum enerji verecek şekilde bir orta yol bulmaya çalıştım.
Birçok yazıda bahsi geçen enerji jelini maratondan önce bir kez kullandım. GNC’de kafein içermeyen tek bir marka vardı. Onu aldım. Programda ilk ve tek olan 35km’yi koştuğumda jelin yarısını 15km’de diğer yarısını da 25km’de aldım. Mideme dokunmadı, fakat dişlerim çok hassaslaştı...

Biraz da genel beslenme şeklimi anlatmak istiyorum. 
Son bir ay antrenman koşularına çıkmadan hemen önce bir avuç fındık yemeyi alışkanlık haline getirdim. Fındık inanılmaz bir enerji sağlıyor vücuda.
Dalgınlığıma gelip bir hafta kadar fındık yemeyi unuttuğumda ‘Neden bu kadar çabuk yorulmaya başladım ben?’ diye sorduğumu fark ettim kendi kendime.
Fındık, badem ve ceviz. Bu üçünü 3.5 ayda bol bol tükettim. Yani gün içerisinde hepsinden iki üç avuç olucak şekilde yemişimdir. Zaten çok lezizler, bir de üzerine harika enerji veriyorlar. Ayrıca her sabah koşu sonrası mutlaka günlük sütle bir adet muzu karıştırıp içtim ki bu da vüducun ihtiyacı olan potasyumu baya bir karşılıyor sanırım.


Bunların dışında bol bol süt peynir, lifli gıdalar ve hemen her sabah yumurta tüketmeye dikkat ettim. Yoğun koşu antrenmanı yapan kişilerin zaten yüksek miktarda kalsiyum almaları gerekiyormuş. Ayrıca haşlanmış barbunya fasulyesine de son bir buçuk ay menümde sıkça yer verdim. Gaz yapar vs. diye endişelenmeyin. Doğru şekilde haşlandığında ve düzenli tüketildiğinde benimki gibi hassas bünyeleri bile rahatsız etmeyecek şekilde alışıyor vücut fasulyeye...
Her yemeğin yanına da gitmez ki diye düşünmeyin. Kahvaltıda omletin yanına iki kaşık koyuyordum mesela. Lif oranı yüksek olduğu için yavaş sindirilerek tok tutması, karbonhidrat açısından zengin olduğu için enerji vermesi gibi oldukça faydalı özellikleri var. Tabii bu kuru fasulye veya meksika fasulyeleri için de geçerli. Ben barbunya sevdiğim için onu tercih ettim : ) Son olarak da hemen her gün çok sevdiğim meyve olan ananastan yedim ki sonradan öğrendiğime göre kas onaran sporcu dostu bir zatmış kendisi.

Daha önce de belirttiğim gibi en çok beslenme konusuna takıldım ben, çünkü maratona hazırlanmak gerçekten bünyeyi zorlayan, yoran bir süreç ve erkenden kalkıp deli gibi koşup sonra cbostandan maslak köyüne işe gidiyorsan güne devam edecek enerjiyi kendine yaratmak zorundasın. Bu da düzenli uyku ve mantıklı bir beslenme şeklinden geçiyor. Başka yolu ne yazık ki yok. En azından benim için : )
                                                                      ***

Yarışa 10 gün kala karbonhidrata ağırlık vermeye başladım. 
Çok nadir makarna tüketen biri olarak yaklaşan maraton paniğiyle son 3-4 gün neredeyse her öğün makarna yemeye başladım. Son haftada resmen nefret ettim makarna vs. yemekten, onu da belirtmeden geçmek istemiyorum.
                                                                    


MARATON SABAHI


En çok maraton sabahı kahvaltı işini nasıl yapıcam diye endişeleniyordum çünkü yemek yiyip tekrar uyuma fikri hiç benlik değildi. Lakin öyle olmuyormuş. Sabah 5'te kalkıp iki buçuk dilim süper lifli çavdar ekmeğine tahin pekmez sürüp yedim.
Ha bir de havaalanında kestane püresi diye bir şey almıştım. Artık son hafta markette gördüğüm her şeyin besin değerlerine bakma obsesifliğini geliştirdiğim için kestane püresinin değerlerini görünce hemen attım çantaya. Bu arada her şeyin karbonhidrat değerine bakmamın sebebi şu: Okuduğum bloglardan birinde yazdığına göre 2009 Londra Maratonu sırasında yapılan bir araştırma sonucu, vücut ağırlığına göre kilogram başına 7 gramdan fazla karbonhidrat almış olanların, bu miktardan daha az alanlara göre maratonu %13,5 daha hızlı koştukları görülmüş. Benim amacım hızlı olmaktan çok 'duvara çarpma' denilen eşiği yaşamamaktı. Çünkü yazının devamında karbonhidrat yüklemesi yapan koşucuların duvarı yaşamadıklarını yazıyordu...

Hesapladığım zaman, almam gereken karbonhidrat miktarı benim için mümkün olmayacak kadar çok yemek yememi gerektirdiğinden karbonhidrat içeriği yüksek ne varsa yiyebildiğim kadar yerim artık napiyim diyerekten kestane püresi gibi normalde alakam olmayacak şeylere bakar olmuştum: )


Neyse maraton sabahı 5te kalkıp yukarıda gördüğünüz Koska'nın tahin pekmez karışımından bol bol sürdüğüm kocaman 2,5 dilim çavdar ekmeği ve dayanabildiğim kadar kestane püresi, bir adet muz ve AA izotonik içecekten hüpletip tekrar yattım. (ne kahvaltı ama!!!)

2 saat sonra uyandığımda korktuğum gibi bir sindirim problemi yaşamadım. Bu arada maraton fuarında maratona resmi sponsor olan powerade türevi AA marka izotonik içeceğin konsantresinden almıştım. Expo günü suyla karıştırıp sık sık ondan içtim. Maraton sabahı da son 10dk’ya kadar yine aynı içecekten içtim. Biricik Nathan bel çantamdaki 4 küçük matarama da yine aynı sıvıdan koydum.(Neyse ki AA içeceğiyle powerade ve suyu karıştırdığım zaman yaşadığım sıkıntı olmadı.) Uzun koşuda sürnme sonucu derinin tahriş olmasını önleyen sporcu kreminden gerekli noktalara bol bol sürdüm (ki bence bunu es geçmeyin, bu kadar uzun süren bir hareketlilik halinde koltuk altlarınız vs. sağlam tahriş olabiliyor).

Kıyafetlerimi, ayakkabılarımı giydim. Tam numaramı tişörtüme iğneleyecektim ki expo'da verdikleri zarfın içinde iğne olmadığını bir şaşkın olduğum için o an (mörfiii) fark ettim!. Neyse ki dışarıdan bizimle aynı otelde kalan ve maratonda koşacak olan Fransızlar'ın sesini duydum. 'Nasıl bunu şu an fark etmiş olabilir ki????' bakışları altında yedek iğnelerinden verdiler. Teşekkür ediyorum onlara :) 
Bu işi de hallettikten sonra artık hazırdım nihayet!

Derin bir nefes aldım veee otelden ayrıldık : )  

                                                                    

Maratonun başlamasına dakikalar kala...

Hava o kadar soğuktu ki içeri gireceğim son 15 dk ya kadar rüzgarlığımla mı koşsam yoksa çıkarsam mı karar veremedim. En sonunda rüzgarlığın ısındıktan sonra rahatsız edeceğine karar verip çıkardım ve arkadaşıma teslim ettim. Metin adımlarla ve üşüyen vücudumla stadyuma giren kalabalığa karıştım: )



Atmosfer gerçekten inanılmazdı. Tarihi olimpiyat stadyumunda gri gökyüzünün altında 40 bin kişiyle beraber dakikaları sayarken tribünlerden gelen tezahürat seslerine hepimizin bildiği inanılmaz şarkı --havaya girmek için tıklayın ve dinleyin bence şuan:)-- karıştığı zaman ben artık bir film karesindeydim : ) Gözlerim doldu hemen... Fakat tuttum kendimi... Hava o kadar soğuktu ki ağlarsam sümüklerim donar diye korktum.  


Starta 7-8 dk kala bir paket jel açıp hüplettim. Sanki hava gittikçe daha soğuyordu ve dakikalar bir türlü geçmek bilmiyordu... Evet dakikalar geçmiyordu, ben çok üşüyordum ve üşüdükçe çişim geliyordu. (mörfi!!)

Start silahı patladığında kara kara bu çiş olayını ne yapacağımı düşünüyordum. Rota üzerinde ara ara portatif tuvalet olacağını tahmin ediyordum, fakat koşu sırasında durup tuvalete girme fikri motivasyonum ve hızlanmış bacaklarımı ısınmışken durdurup sonra tekrar devam etmeye zorlama açısından hiç cazip gelmiyordu. Ama dolu mesaneyle de koşamazdım 42k…
Eyvah napıcam!!!! paniği dalga dalga yayılırken sağ tarafta konuşlanmış 3 portatif tuvalet ve önünde kadınların oluşturduğu kuyruğu gördüm.
Bu arada benim pace’ime (4.30) doğru hareketlenme başlamıştı. Stat yavaştan akıyordu Amsterdam'a…ve nihayet start çizgisinden geçmeden bu işi halletmeye karar verdim. Ya şimdi ya hiç diyerek tuvalet sırasına girdim : ) Bence murphy beni gerçekten seviyor… Zira müzik fest.lerdeki tuvalet sırası bile bu kadar sürmemiştir herhalde. Öyle ki bazı kadınlar beklemeye dayanamayıp ortalık yerde işlerini gördüler!! Takdir ettim medeni cesaretlerini: ) Ve nihayet ben sıramı savıp koşmaya başladığımda stadyumda koşan kimse kalmamıştı!! Seyircilerse neredeyse tamamen boşaltmıştı tribünleri!!!
Allahım neredeydi sadece 12 dk önceki o ihtişamlı atmosfer????
Koca statta bir grup çişli kalmıştık: )
İnanın hiç hayal ettiğim gibi başlamadı benim için maraton… Ama durum o kadar trajikomikti ki moralim de bozulmadı güldüm kendime:)

Neyse startın altından geçtikten sonra her şey daha güzel gelmeye başladı pek tabii.
Arkadaşlarımın beni bekleyip uzun süre ortalıkta gökmememden ötürü (!) herhalde gözden kaçırdık diyerek gitmeleri yüzünden tanıdık tezahüratlarla başlamamış olsam da mevcut seyirciler biz çişlilere sağolsunlar alkışlarıyla destek oldular, çok teşekkür ediyorum onlara buradan: )

Gelelim maratona…


Parkur o kadar güzeldi ki inanılmaz motive etti beni Özellikle Amstel River kısmında manzara tablo gibi olduğu için resmen yüzümde kocaman bir gülümsemeyle koştum. Parkur düz olduğu için şurada çıkarken zorlandım vs. gibi bir şey söylemem. Sadece bitişe yakın bir köprünün altından geçerken burnuma buram buram esrar kokusu geldiğinde midem şöyyyle bir döndü o kadar. :)
Her 10km’de bir paket jel tükettim.Sıalımına gelince; mataralarımdan bir tanesi maraton bittiğinde full duruyordu. Zaten tuvalet kargaşasında yepisyeni mataralarımdan biri düşmüş 10.km’de fark ettim üzüldüm. :( Neyse yarış boyunca iki matara içtim sonuç olarak. İstanbul'un Temmuz-Ağustos sıcaklarında koştuktan sonra Amsterdam sonbaharında her 2km’de bir ağzımı ıslatacak kadar sıiçmek ve istasyonlarda verilenlerden almak bana yetti.

Su ve izotonik içecek istasyonlarında ikisinden birini mutlaka aldım. Sonuncu istasyonda ikisini birden almış olabilirim:)
Sadece ilk istasyonu pas geçtim. Kaçıncı km’lerde olduğundan emin değilim fakat galiba ilki 20km’den sonraydı, muz veriyorlardı. İki küçük parça muz attım ağzıma. Bunu bir kez daha yaptım o da 35km’de filandı herhalde. Koşarken yemek veya bardaktan bir şey içmek problemli oluyor ama durmak daha zor geliyor bana. Allahtan istasyon sırasında hiç fotoğrafım çekilmemiş, ağzından kukiler saçılan kurabiye canavarı gibi görüntüler arz etmiş olabilirim zira: )

İlk 20km’yi süper rahat koştum. Artık atmosferin etkisi mi yoksa kaç gündür yediğim makarnaların verdiği enerji mi bilmiyorum ama stattan son çıkanlardan olmama rağmen 15.km de filandı galiba kendi pace’imi kendime şaşırarak geçtim. 35km’ye kadar hemen hemen oldukça rahat koştum. 35km civarı sol dizimde ufak bir sızı hissettim. Adımlarımı iyice kısaltıp dizlerimi kırarak koştum.Ve bir süre sonra sızı geçti. 37-38km’den sonrası daha zorlayıcıydı.
Sol kalçamda bir sızı oldu ama artık yapacak bir şey yoktu. O noktaya kadar bile çok rahat gelmiş olmam süperdi ve sızıların belirmesi beklediğim bir sonuçtu. İlk seferinde olduğu gibi koşu stilimde daha önceki uzun koşu antrenmanlarımda deneyimlediğim kendimce işime yarayan küçük düzeltmelerle olabildiğince hafifletmeye çalıştım hissettiğim sızıyı. Bacaklara yüklenerek değil kalçadan iterek devam ettim. Nitekim işe yaradı. Tabii şu da var; istediğin kadar hafifletmeye çalış ya da geçir artık 40km koşmuşsun ve BİTİKSİN: )
Bunu unutma ve moral bozma! : )

                                                                     *** 

Bana ennnn bitmek bilmeyen kısım 40km’den sonrası geldi.
Sanki bir saat sürdü. Bir ara yoksa finishi stadyumda yapmaktan vaz mı caydılar diye bile düşündüm ciddi ciddi... Stadyumdan önceki son durak olan parka girdiğimizde tezahüratlardan alkışlardan o kadar duygulandım ki anında burnum tıkandı ve boğazıma bir yumru oturdu. Maratonda o son km'lerde vücut tükendiği için mi, yoksa bir mücadelenin sonuna geldiğimden mi bilmiyorum ama çok acayip bir duygusal moda geçiyormuşsun... Gözyaşı dökme isteği bünyemi dört bir yandan sardı, fakat hayır!! ağlarsam devam edemezdim kesinlikle, çünkü nefes alamayacaktım burnum tıkandığı için. Zaten son km'lerde zor nefes alır olmuştum... Hemen müziğin sesini açtım; sevgili kulaklıklarım beni kurtardı : )

Ve stadyuma girdiğimde başardığımı biliyordum. Kendimi o kocaman led ekranda gördüm ve kollarım havada finish’in altından geçtim.


Acayip bir duygu gerçekten… Bir mücadeleyi kazanıyorsun ama kime karşı neye karşı ve neden? : )


                                                                        ***

Arkadaşlarım 4,5 saat civarı bitireceğimi tahmin ettikleri için, stat kapısında sohbet muhabbet modunda olduklarından, benim önlerinden koşarak geçtiğimi görmemişler. Ben de o halde onları görecek değildim tabii ki. Çok ayrı bir kafaya geçiyorsun 30km’den sonra. Dünyadasın ama değilsin gibi. Yani koşunca anlayacaksınız… Neyse madalyamı aldım ama donuyorum. Stattan çıktım, ortalık ana baba günü. Telefonlar çekmiyor.
15-20 dk kadar arkadaşlarıma ulaşamadım. En nihayet sms’lerle ortak bir noktada buluştuk.
Taksi bulamadığımız için otele dönemediğimizden stat karşısındaki cafede konuşlandık. Uzun koşu sonrası en iyi toparlayıcı çikolatalı süt olduğundan önce sütümü ardından keyif biramı hüpletirken nike+’a baktığım zaman 03:58 ile tamamlamış olduğumu gördüm ve çokkk sevindim!!
Yarıştan önceki son günlerde maraton stresiyle okuduklarımdan etkilenip 5 saat üstüne çıkar mıyım acaba diye (kendi pace'ime göre) karamsar fikirlere kapılmıştım… 4 saat altını görünce artık ne hissettiğimi tahmin edersiniz…ve tabii ki gün burada bitmedi. Cafedeki kutlama otelde küçük bir duş molasından sonra sisli Pazar gecesini gündüze bağlayan saatlere kadar devam etti. Doğru düzgün bir şey yemeden sadece birkaç malt bira tüketerek o geceyi keyifle sonlandırdığıma ve sabah 4'te otele yürüyerek dönebildiğime göre ya ben mutantım ve özel güçlerim var ya da biranın gerçekten sağlam bir karbonhidrat deposu olduğunu kabul etmeliyiz. Tabii benim gibi yapmayın siz gidip evde yatın dinlenin güzel güzel beslenin: ) 


Maraton Playlist

Benim için hayatımın en birinci vazgeçilmez keyif verici hadisesi 'müzik'.
Hal böyle olunca koşularıma eşlik edecek doğru ve leziz bir playlist hazırlamam şarttı.
Uzun bir süre antrenmanlarda Jamiroquai ağırlıklı olmak üzere yakın tempoda şarkılarla koştum.
Fakat düzenli antrenmanın sonuç vermesiyle pace'im artmaya başladı ve brz daha hızlı bu tatta  ritmlere kaymaya başladım. Bunların yanında klasik müzik, indie kimi zamansa hiçbir şey dinlemeyerek koştum. Bir süre sonra fark ettim ki koşarken en iyi konsantre olduğum müzik ritmi düzenli olarak devam eden şarkılardı. İnişli çıkışlı (klasik m. hariç) ve özellikle sözlü şarkılar duygusal olarak anında havasına girdiğim için ritmimi düzensiz şekilde etkiliyordu. Maratonda ise kalabalık playlistime rağmen çok enteresan bir şekilde sadece 3 şarkıyla koştum. %70'ini yarıştan birkaç gün önce yeni bir şeyler ekleyeyim de maratonda koşarken sıkılmayayım diyerek son anda öylesine youtube'dan bulduğum toca's miracle ile koştum. Alelacele dinlediğimde öylesine koşuya uygun tempolu bir şarkı işte gibi gelmişti ama maratonda ritmime ve mizansene cuk oturdu. O kadar ki koşarken 'nerden çıktı çok iyiymiş' diye düşündüm:)

Son zamanlarda antrenmanlarda da start ve ısınana kadar kullandığım M.Attack şarkısını maratonda yine aynı sıralamada ve bir de yavaşlamam gerektiğini hissettiğim zamanlarda dinledim. Son olarak da maratona 2,5 hafta kala yine nette koşmak için ideal şarkı aranırken ingiliz bir amatör koşucunun tavsiye ettiği (ve yarışa kadar her sabah repeat 1 modunda çok çok severek dinleyip koştuğum) Leaving planet earth  şarkısını güç kaybına uğradığımı hissettiğim noktalarda playledim.
Amsterdam'da koşarken son 2-3 km'de artık şarkıyla uğraşacak halim kalmamıştı. Sağ elimi sol koluma götürüp bir de ekranda doğru noktalara dokunamayacak kadar uçmuş vaziyetteydim. Finish'ten geçerken ne çalıyordu kulaklarımda. Hatırlamıyorum:)

After Marathon
 
Maraton üstüne bir de sabahlayınca ertesi gün biraz (!) bitkindim doğal olarak: ) Şaşkın olduğum için yanıma aldığım ilaç edevat hep maraton öncesi olabilecek durumlara karşı alınmış şeylerdi. Ertesi gün özellikle merdiven inerken ve çıkarken çok zorlandım, fakat vücudum kadar zihnim de bitmiş olacak ki bir eczaneye uğramayı düşünemedim.

İşin kötüsü ben merdiven inip çıkmakta oldukça zorlanırken, Salı günü metro şehri Paris’e geçecektik. Pazartesi'yi brz yürüyerek brz dinlenerek geçirdikten sonra nihayet Salı günü Paris’e vardığımızda eczaneden ben-gay tarzı bir krem almayı başardım. Akşam yatarken bacaklarıma bol bol sürüp deli gibi yanarak uyudum veeee ertesi sabah hiçbir ağrı sızı kalmamıştı bacaklarımda.

Yani siz siz olun maratondan sonra bacaklarınıza bir şeyler sürmeyi ihmal etmeyin. Ayrıca eklemek istediğim son bir şey, yarış sırasında tükettiğim jellerin dişlerimi gerçekten mahvettiği... 3 gün kadar doğru düzgün katı yiyecek ısıramadım, çiğneyemedim... Acayip bir his oluşturuyor bu aşırı yapay şekerli şeyler dişlerimde...

Tekrar koşmaya ise n başladım. Kaslarım daha tam iyileşmemiş sanırım, pace'im fena değil, fakat ben çok enerjik ve hızlı hissetmiyorum henüz. Zorlamadan yavaş yavaş çalışarak Avrasya'ya kadar kendime geleceğimi umuyorum : )

******

Evet saatlerdir yazıyorum. Çok uzun oldu, ama 3,5 ayı ancak bu şekilde özetleyebilirdim. 
Sonuçta bu benim gerçekten hiçbir fikrim olmadan giriştiğim bir işti ve yaşarken öğrendim deneyimledim her şeyi. Umarım işinize yarayacak şeyler bulmuşsunuzdur benim maceramda ve okurken uyuyakalmamışsınızdır tabii: )
Maraton koşmanın asıl zor olan kısmı; yarış gününde 42km tamamlamaktan çok, 4 ay boyunca fiziki/manevi taviz vermeden hayatınızı zor bir programa adapte ederek yaşamak diye düşünüyorum. En azından bende bu izlenimi bıraktı:) 


Son olarak The Spirit Of Marathon belgeselini izlerken duyduğum ve acaba gerçekten öyle mi diye düşündüğüm Çek atlet Emil Zapotek'in yaşayarak doğruladığım sözüyle bitirmek istiyorum.


' If you want to run a mile, then run a mile. If you want to experience another life, run a marathon.'
                             










Aklınıza takılan bir şey olursa mutlaka sorun. Şimdi ömüzde Avrasya var ve bu sefer 15k koşacağım, assolist sizsiniz ;)  Şimdiden iyi şanslar. Güç sizinle olsun!!


Uzun zaman sonra gelen edit: Halen koşmaya devam ediyorum ve geçtğimiz 3.5 yıl içinde birçok koşuya katıldım. Hazırlanan arkadaşlara önerim yarış sırasında suluk taşımaya zahmet etmeyin. Hazırlanma sürecindeki uzun koşularda muhakkak olsun fakat yarışlarda gözlemlediğim kadarıyla su istasyonları gayet güzel konumlandırılıyor  ve sizin üzerinizde taşıdığınız gereksiz bir yük olmaktan öteye gitmiyor. İlla taşıycam diyorsanız benim gibi komando stayla 4lü yerine ufak bişi alın bari:) Bunun dışında koşacağınız parkur üzerinde su ve gıda takviyesi istasyonlarının, wc'lerin hangi km'lerde olduğunu iyice öğrenin ve lütfen unutmayın ki maraton enasında olabilecek enerji tükenmesi veya susuzluk krizinde boşuna panik olmayın. 
Herkese keyifli maratonlar dilerim:)